Osman dayı bu işte,
Senin de vebâlin var.
Bu namussuz gidişte,
Senin de vebâlin var!
* * *
Bu sofracık, efendiler - ki iltikâma muntazır
Huzurunuzda titriyor - şu milletin hayâtıdır
Şu milletin ki mustarip, şu milletin ki muhtazır
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin
Ey bülbül-i ter-zebân-ı irfan,
Dem-beste nevâlarınla vicdan
Hem safvet-i rûh olan o âvâz
Oldukça harîm-i canda dem-sâz ,
Pâmâlim olur bütün avâlim;
Lâhûta kadar çıkar hayâlim.
Eşvâkıma dar gelir de eb’âd,
Eyler fikrim fezâlar îcâd!
Ey nûr-ı mübîni Kibriyâ’nın,
Sînem olamaz mı âsûmânın?
Gökler mi bütün karârgâhın?
Hiç yerlere uğramaz mı râhın ?
Ey tâir-i nâz-ı sidre-pervâz ,
Kalbimde olaydın âşiyânsâz ;
Bir başka terâne gûş ederdin ,
Rûhum gibi sen de cûş ederdin.
Yâdımda duran neşâidinden
Dâim cezebât içindeyim ben.
Verdikçe derûna vecd o âheng,
Dünyâ nazarımda teng olur teng !
Âzâdesi büsbütün kuyûdun ,
Bir şi’r-i semâ-zemîn sürûdun!
Bir şi’r-i revan ki: Cûy-i cârî
Feyziyle bahâr-ı ömre sârî.
Bir nağme ki: Rûhtur, ledündür ;
Kur’an gibi râsihîn içindir.
Bir nâle ki: Şevk-sûz-i idrâk
Havlinde nidâ-yı “mâ-arafnâk!”
Ey şâir-i râzdân-ı mülhem ,
Ben râzına olmasam da mahrem ,
Hayrân-ı kemâlinim... Beyânın
Gûyâ ki hitâbıdır Hudâ’nın!
Sanki bir tufandı. Gök delinmiş gibi aralıksız yağmurlar yağıyor ve bütün ordu Semlin'e doğru sel, çamur, sis ve bora içinde ilerliyordu. Belgrat-Şabaç yolu çökmüştü. Karanlık ormanlara, sarp yokuşlara, uçurumlu dağlara alışkın olmayan nakliye develeri, yedekçileriyle beraber kaybolmuşlardı. Subaylar bağırıyor, boru sesleri işitiliyor, atlar kişniyordu. Hatta padişahın otağı bile meydanda yoktu. Bu kısa yol, üç gündür bitip tükenemiyordu.
Konak yerine yalnız sadrazamın çadırı kurulabilmişti. Padişah, saltanat arabasının penceresinden kendi otağını görmeyince, etrafındaki ıslanmış, allı, yeşilli, sırmalı kıyafetleriyle gözleri kamaştıran iri ve çevik muhafızlarına:
— Daha durmayacak mıyız? dedi.
Hiç kimse cevap vermedi. Herkes önüne bakıyor ve şakır şakır yağmur yağıyordu. İhtiyar padişah hasta idi. Fakat ayaklarındaki gut hastalığından kaynaklanan sızılarını duymuyor, Kurban Bayramı namazının Semlin'de kılınmasını düşünüyordu. Artık eskisi gibi ata binemiyor, hatta vezirleriyle fikir alışverişi için bile saltanat arabasından çıkamıyordu.
Konak yerinde padişah çadırını görmeyen bütün ordu, gökten inmiş bir gazap karşısında donakalmış günahkâr bir cemaat gibi birdenbire sustu. Sesler, borular, uğultular, hatta atların kişnemesi bile kesildi. Yalnız yerlere ve çalılara düşen yağmur damlalarının şakırtısı duyuluyordu. Sadrazam ne yapmıştı? Ta İstanbul'dan beri padişahtan bir konak ileri gidiyor, yolları düzeltiyor, padişah çadırını kurduruyordu. Bu onun vazifesiydi.
Fakat, hani padişahın çadırı?..
Sivas'ta Ulu Camii avlusunda çocuklar
Yalvaran gözlerle etrafa baka baka
Açıyorlar küçük esmer avuçlarını:
-Emmilerim sadaka! Emmilerim sadaka!
Kardeşim Midhat Cemâl’e
Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdâd,
Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yâd!
Diyor ecdâdımız makberlerinden: “Ey sefîl ahfâd ,
Niçin binlerce ma’sûm öldürürken her gelen cellâd,
Hurûş etmezdi, mezbûhâne olsun, kimseden feryâd?
Tarifi imkânsız hisler içinde
Seviniyor, coşuyorum şu anda
Turan görünüyor sisler içinde
Yollarına düşüyorum şu anda
Alaca karanlık içinde sivri, siyah bir kayanın müphem hayali gibi yükselen Şalgo burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiği trampet, boru seslerini akşamın hafif rüzgârı derin bir uğultu hâlinde her tarafa yayıyor... Kederli bağrışmalarıyla ölümü hatırlatan küfürbaz karga sürüleri, bulutlu havanın donuk hüznünü daha beter arttırıyordu. Mor dağlar gittikçe koyulaşıyor, gittikçe karanyordu. Yamaçlardaki dağınık gölgeler, kuşsuz ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız korular, sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı.
Burcun tepesinde beyazlı siyahlı bir bayrak, can çekişen bir kartal ıstırabıyla kıvranıyordu.
O’tgan yilning noyabrida bir guruh yozuvchilar bilan Buxoroga sayohat qilganimiz hali hamon yodimda. O’shanda tunash uchun shaharning ko’zga ko’ringan mehmonxonalaridan biriga tushgandik. Qo’nalg’amiz chakki emas, barcha shart-sharoitlar yaratilgandi. Nonushta paytida ustoz Abduqayum Yo’ldosh, yozuvchilar Javlon Jovliyev va Sherzod Xalilov, shuningdek kamina mehmonxonaning birinchi qavatdagi restoranga yo’l oldik. Restoran keng va shinam edi. Sheriklarim negadir u yerdagi stollardan birida savlat to’kib o’tirgan kishini ko’rib, uning oldiga oshiqishdi, men restoran xizmatchisining tavsiyasiga asosan o’sha stolga qo’shni bo’lgan-bo’sh turgan stol sari yurdim. Stulga o’tirarkanman, sheriklarimni o’sha kishi bilan qo’l berishib, uning ustiga quyuq so’rashishganiga ko’zim tushdi. Men adabiyot odami bo’lmaganim uchun uni tanimadim va kim ekan u, deb rosa boshimni qotirdim.
Üstâd-ı necîbim Ali Ekrem Bey’e
Yok ya Abbâs’ı bilmeyen, kimdi?..
O sahâbîyi dinleyin, şimdi:
Bir karanlık geceydi pek de ayaz...
İbni Hattâb’ı görmek üzre biraz,
Çıktım evden ki yollar ıpıssız.
Yolcu bir benmişim meğer yalnız!
Aradan geçmemişti çok da zaman,
Az ilerden yavaşça oldu iyân,
Zulmetin sînesinde ukde gibi,
Ansızın bir müheykel a’râbî!
Bembeyaz bir ridâ içinde garîb,
Geliyor muttasıl mehîb mehîb
Ben sokuldum, o geldi, yaklaştık;
Durmadan karşıdan selâmlaştık.
Düşünürken selâm alan sesini,
O heyûlâ uzandı tuttu beni:
Bir de baktım, Ömer değil mi imiş!
– Yâ Ömer! Böyle geç zaman, bu ne iş?
– Şu mahallâtı devre çıkmıştım...
Gel bereber, benimle, üç beş adım.
Gurbet elden geldim malım sormağa
Bunca eşya çanak çömlek nic'oldu
Ey komşular gelin şer'a durmağa
Köy kadısı Kambur Felek nic'oldu
(O’zbek Qizi Og’zidan)
kulağını ver, dinle,
* * *
Farsça aslından çeviri: A. Kadir
---------------------------------------
asesbaşı: Bekçilerin başı, karakol amiri.
sağrak: Kadeh.
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti, istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar?
'Sen kalbsizsin; hani senin gençliğin hayatı?
'Aşklarım mı? Bir nefeste solabilen bu şeyler,
'Bir yanar-dağ ateşiyle kömür gibi karardı;
'Şimdi ise yerlerinde bir sıtmalı yel eser.
Qorong‘u kechada ko‘kka ko‘z tikib,
Eng yorug‘ yulduzdan seni so‘raymen.
Ul yulduz uyalib, boshini bukib,
Aytadir: men uni tushda ko‘ramen.
Tushimda ko‘ramen – shunchalar go‘zal,
Bizdan-da go‘zaldir, oydan-da go‘zal!
Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş;
Eşini gâib eyleyen bir kuş
gibi kar
Geçen eyyâm-ı nevbahârı arar…
Ey kulûbun sürûd-ı şeydâsı,
Ey kebûterlerin neşîdeleri,
O bahârın bu işte ferdâsı:
Kapladı bir derin sükûta yeri
karlar
Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar!
Ey uçarken düşüp ölen kelebek,
Bir beyaz rîşe-i cenâh-ı melek
gibi kar
Seni solgun hadîkalarda arar;
Sen açarken çiçekler üstünde
Ufacık bir çiçekli yelpâze,
Nâ’şın üstünde şimdi ey mürde
Başladı parça parça pervâze
karlar
Ki semâdan düşer, düşer ağlar!
Uçtunuz, gittiniz siz ey kuşlar;
Küçücük, ser-sefîd baykuşlar
gibi kar
Sizi dallarda, lânelerde arar.
Gittiniz, gittiniz siz ey mürgân,
Şimdi boş kaldı ser-te-ser yuvalar;
Yuvalarda -yetîm-i bî-efgân!–
Son kalan mâi tüyleri kovalar
karlar
Ki havada uçar uçar ağlar!
* * *