30 Kasım 2024 Cumartesi

Oyhan Hasan Bıldırki - Umut Dağlarda (Hikaye)


Akşamdan, şehrin kenar mahallelerindeki bildik bazı kapılar, "Güm, güm!" dövüldü. Adanın bu uç noktasındaki şehirde de, darbeden sonra, bir takım insanlara artık, yer yoktu. Gerçi darbe, henüz hiç kimseye yâr olmadı. Şehirli, birbirine düştü. Herkes, ötekinin arkasına adam koydu. Yaşamanın tadı tuzu kalmadı. İnsanlar tedirgin, mutsuz. Bütün gözler; korkuyla yumuluyor, daha sonra da yeni yeni korkulara açılıyor. Meydan, cadde, sokak ve de bazı evler ıpıssız. Temmuz ortasında, yakıcı, kavurucu sıcakların arasında, ansızın, adadaki iktidar el değiştirdi. Gazetecinin adamları ortalığa döküldü. Güzelim deniz, tadını, neşesini kaybetti. Kıyıda martılar, uçuşmaz oldu. Rüzgâr da, denizin kımıl kımıl dalgalarıyla oynaşmayı bıraktı. Bir sıcak, bir sıcak! Sanki, şehrin hemen her yanı, yanan bir fırın!

Dövülen kapı açıldı. Az sonra, ihtiyatlı davranan bir ihtiyar, aralık bıraktığı kapıdan, başını uzattı. Seslendi:

- "Kim o? Yine ne istiyorsunuz bizden?"

- "Yabancı değil, benim be, Çakır Dayı!"

- "Kusura kalma evlât! Bizimkisi ihtiyarlık. Seni çıkaramadım da. Geç içeri, biraz soluklan. Görüyorum, nefes nefese, vıcık ter içinde kalmışsın. Geç içeri, buyur!"

- "Beni tanıman önemli değil, Çakır Dayı. Bak, ben seni biliyorum. Bu yetmez mi?"

- "Yeter evlât! Yeter, ya..."

- "Ben, mukavemet teşkilâtındanım. Bir isimsiz neferim. Alınan kararı, sizlere de bildirmekle görevlendirildim. Bunun için, şimdi, ev ev dolaşıyorum. İçeriye buyur, diyorsun. Görüyorsun, vaktim yok."

- "Görüyorum."

- "O halde hemen, alınan kararı size de bildireyim. Darbe, biraz da bizim sonumuz, demek. Onlar, aralarındaki nizayı bitirince, bize dönecekler. Bu yüzden, hemen bu gece, yola çıkın! Hiçbir yerde de durmadan, duraklayıp konaklamadan, Lefkoşe'ye gidin! Sizi, orada karşılayacaklar. Eğlenmeyin, e mi?"

- "Vaziyet, bu kadar kötü mü?"

- "Kötü!"

Sağ yanağında, burun çukurunda beni olan, bıyıklı, esmer delikanlı, durmadı, çekti gitti.
Çakır Dayı, aralık kapıyı ardına kadar açtı. Delikanlının arkasından sokağa çıktı. Sokak bomboş! İki taraflı ağaçlar, bütün dallarını yere eğmişler. Suya susamışlar gibi.

Çakır Dayı, çıplak başını kaşıdı. Arkası sıra kapıya çıkan, besbelli kendisini merak eden karısına çıkıştı.

- "Kabak gibi durma, öyle! Gir içeri! Buradayım. Bir yere de gitmiyorum. Haydi, sallanma! Gir içeri! Geliyorum."

Eli belinde, kapıda duran karısı, başındaki bağı çözülmüş yemenisini çekti, aldı. Kocasına sert sert baktı. Söyledi:

-"Yine benimle uğraşma, adam! Akşamın bu vakti, nereye çıkıyor, nereye gitmek istiyorsun?"

- "Hiçbir yere gittiğimiz yok."

- "Ya, öyle mi?"

- "Öyle!"

- "Ne bileyim? Deminden beri, o delikanlıyla ne konuştunuz?"

- "İçerde anlatırım."

Halime Kadın, sırtını kapının pervazına dayadı. İçeri girmeye uğraşan kocasına yol verdi. Çakır Dayı girince de, kapı kapandı. Sürgülendi. Olmadı, arkası dayaklandı.

- "Soruma karşılık vermedin, adam! Gitmek mitmek diyordunuz. Ne gitmesi, o?"

- "Lefkoşe'ye!"

- "Lefkoşe'ye mi?"

- "Evet!"

- "Neden?"

- "Bizi orada bekliyorlarmış."

- "Demek durum, bu kadar kötü, ha?"

- "Kötüymüş!"

Çakır Dayı, sözünün gerisini getiremedi. Ötelerden, şehrin en kalabalık yerlerinden, birkaç el silâh sesi duyuldu.

Çakır Dayı;

- "Domuzlar!" dedi kendi kendine. "Bizimle ne alıp veremedikleri var ki?"

İçerden, elektrikleri yakan karısı seslendi:

- "Ne dedin? Bana bir şey mi sordun, adam? Anlamadım!"

- "Yok be, kadın! Sana bir şey dediğim yok."

- "Eee, ne homurdanıyorsun?"

Çakır Dayı, kim bilir neden, karısına bu defa karşılık vermedi. Ellerini yıkadı, içeri girdi. Açık pencereden, ötelere, aşağılara baktı. Nedendir bilinmez, karanlık denizlerin dalgaları arasında yandığını umduğu bir ışık aradı. Bu ışığa sığınacak, nice yıllarını içinde geçirdiği, ikinci gurbetim dediği bu evi, ne pahasına olursa olsun, bırakıp gitmeyecekti. Faydasız! Aradığı ışığı, orada, karanlık denizin dalgalarının arasında bulamadı. Gözlerini açtı, kapadı. Umut ışığı yanmadı.

Kendi kendine:

- "Birkaç gün sonra," dedi. "Neredeyse darbe de, haftasını tamamlayacak. Bizimkilerden hiçbir ses, söz yok! Ah, arkasızlık! Kimsesizlik, ne zor şeymiş? Biliyorum, onlar bizi unutmaz, unutamazlar. Bize gelen kir, onlar için leke olmaz mı? Lekeli bir hayat da, çekilmeye değer mi? Umudum var: Onlar, elbet gelecekler. Rum'un yaptığını yanlarına bırakmayacaklar. Bunu biliyorum, biliyorum ya, hani neredeler? Neden bu kızılca kıyamette, bizi, bu denizin ortasında, yapayalnız kodular?"

Yüreğinde bin bir umut, pencereden çekildi. Baktı, karısı sofrayı hazırlıyor.

- "Kadın!" dedi. "Hem her şeyi biliyorsun, hem de oyalanıyorsun! Elini çabuk tut, davran!"

Yaygıyı seren karısı, tekrar sordu:

- "Söylesene be adam, ben neyi biliyorum?"

- "Bu gece yolculuk var ya!"

- "Varsa ne yapalım? Yola, aç mı çıkalım?"

- "Benimkisi lâf işte! Yüreğim yerinde durmuyor. Bu yüzden de sana sataşmaktayım. Kusuruma bakma, e mi? Haydi gel şöyle, şu tarafa sen otur. Lâfı bırak."

Dış kapı, yeniden dövüldü. Sokakta, birkaç ayak sesi duyuldu. Karanlık geceye rağmen, neye gebe olduğu bilinmemesine rağmen, sokak, nedense, birdenbire canlanıvermişti.

Bitişik evde oturan, aralarında iyi komşuluk ilişkileri bulunan Ahmet Bekir'in tanıdık sesini duydular.

- "Çakır Dayı! Çakır Dayı!"

- "Ne var?"

- "Az dışarı gel!"

- "Geldim! Geldim!"

Çakır Dayı, dışarı çıktı. Kapının sürgüsünü çekti. Arkasındaki dayağı aldı. Kapıyı açtı, sordu:

- "Buyur, komşu! Ne var? Hayır olsun!"

- "Hayırdır Çakır Dayı. Size de mukavemetten bir haber geldi mi?"

- "Geldi."

- "Peki. Ne yapacağız?"

- "Bunlar, burada konuşulmaz be, Ahmet! Az biraz içeri gel."

- "Vakit dar."

- "Olsun."

İçeri girdiler. Bahçenin bir köşesinde durdular. Gökyüzünde tek tük, birkaç yıldız belirmeye başlamıştı. Aşağılarda, şehrin en kalabalık kesimlerinde, gittikçe artan silâh sesleri, küfürler! Arada bir, dal uçlarıyla oynamaya çalışan rüzgâr! Karanlık gece ve tatsızlık. Beşparmaklar'da yanıp sönen fersiz ışıklar! İşte bu gece, hayat, sadece bunların toplamından başka bir şey değil. Üstesine, bu karanlık gece, daha nelere gebe, kim bilir?

Ayaküstü konuştular, görüştüler. Yükte hafif, pahada ağır, neyi, neleri varsa alacaklar, derhâl yola çıkacaklardı. Başkalarını beklemeye, yanlarına daha bir sürü ayak bağları bulmaya gerek yoktu. Ahmet Bekir, evine döndü. Çakır Dayı da, tekrar içeri girdi. Kurulu kalan sofraya oturdu. Karısı, yemeğini yemiş, kocasınınkini öylece, sofrada bırakmıştı. Çakır Dayı isteksiz, birkaç lokma aldı. Tıkanır gibi oldu. Yüreğindeki sıkıntı, yol telâşı, yeniden bir başka gurbete çıkılacak olması, düğüm olmuş, sanki gelip boğazına oturmuştu. Bu yüzden, ağzına aldığı lokmalar büyüyor, bunca çiğnemeye rağmen, azalacağına çoğalıyordu. Kalktı, sofrayı da topladı. Mutfağa geçti. Karısına çıkıştı:

- "Haydi, hazırlan kadın! Yolculuk başlıyor. Ahmet Bekir'ler de, çor çocuk, kız kızan bizimle gelecekler. Yanına, pırtı mırtı ne, alma. Bana, yalnızca bastonum yeter. Haydi, davran! Ben, dışarıda seni bekleyeceğim."

Çakır Dayı, evinde hiçbir şeye dokunmadan, herhangi bir şeye el sürmeden, derhâl dışarı çıktı. Böyle yapmasa, sağa sola bakınsa, ne var, ne yok diye de araştırsa, ikinci gurbetim dediği evini asla terk etmeyeceğini biliyordu. Bir bilinmez yola düşmek, hele böyle karanlık bir gecenin kahrını çekmek, hangi babayiğidin kârıdır? Ya hatıralar?.. Hatıralar, koyup giden adamın yakasını toparlamaz, onu, doğduğuna pişman etmez mi? Hatıralar adamı, kolay kolay bırakır mı hiç? Karanlığın arasından, işte şimdi, birdenbire çıkıp geldiler. Oğul oğul akmaya başladılar. Çakır Dayı'nın çipil gözlerinde ne filimler, ne filimler? Londra'daki oğlunu, şuracıkta yolcu etmiş, bu ağacın dibinde, anasından habersiz, ona, erkekçe bazı öğütlerde bulunmuştu. Torunlarına sıkı bakmasını tembihlemiş, "Aha buraya, tekrar gelirseniz, başım üstünde yeriniz var!" demişti.

Giden, hürriyetin soluğunu nefesleyen, hiç bu cehenneme, bu kör olası adaya, yeniden döner miydi? Dönüp de ne edecek, ne bulacak zaten? Onlar, adada söz Rum'a kaldıktan sonra, geride olanlar, hiçbir şeye kendi başlarına karar veremeyenler, bu cehenneme, bu dönekliklerin, kalleşliklerin, kahpeliklerin yer yer sindiği adaya dönecekler de, ne yapacaklar? Ah, hürriyet! Güzelim hürriyet!

Çakır Dayı, daldı gitti. Farkında olmadan, mendilini çıkardı. Yanaklarından şırıl şırıl süzülen, açık bağrına tek tek inmeye başlayan gözyaşlarını sildi. Tam bu sırada, karısı seslendi:

- "Haydi Çakır! Ben hazırım."

- "Ben de."

Çakır Dayı önde, Halime Kadın arkada, hiç de geriye dönüp bakmadan, kapıyı, bacayı çekip kapatmadan, sürgüyü, neyi umursamadan yola düştüler.

Sokak, bomboş! Sanki kuytu köşelerde, loş girintilerde binlerce göz, onlara bakıyor, bu bırakıp gitmenin, bu zamansız ve gönülsüz kaçışın hesabını soruyor. Yalnız; rüzgâr, hızını biraz arttırmış mı, ne, dal uçları daha fazla ses çıkarıyor, birbirine girip çıkıyor. Bu sokakta adam kesseler, kimsenin ruhu duymayacak! Zaman, ne kadar kötü? Bu gidiş, nereye varacak?

Kendisiyle hesaplaşmasını sürdüren Çakır Dayı, durdu. Söylendi:

- "Gidiş mi? Ne gidişi? Bu bizimkisi basbayağı bir kaçış işte!"

Kendi sözüyle irkildi. Duyan, eden var mı diye, etrafına bakındı.

Sonra:

- "Doğrusu, Halime Kadın!" dedi. "Aslında benim oğlum da, şimdi geriye dönmek için can atıyordur, değil mi? Fakat, nafile! Domuzlar bütün köşe bucağı tuttular. Canlı bir kuş bile uçurtmaz oldular. Fakirim dönmek istese, ne yazar?"

- "Seslenme şimdi, be adam! Yolunca git! Akşam akşam üstüme gelip, yüreğimi depreştirme."

- "Olur!"

Yürüdüler. Az sonra, Ahmet Bekir'lerle buluşacakları yere vardılar. Ahmet Bekir ve yanındakiler, onların gelmesiyle ayaklandılar. Önlerinde uzun, tehlikeler, korkularla dolu bir yol uzanıyordu. Yolun sonu, korkusuz bir hayat demekti. Orada, kendileri gibi düşünen, kendi kanlarından olan insanlar vardı. Ah, oraya bir ulaşabilseler!..

Ahmet Bekir:

- "Ne dersin Çakır Dayı? Anayol, sağlı sollu tutulmuştur. Bizi, oradan kolay beri bırakmazlar. Yolu, solumuza alalım. Beşparmaklar'dan vuralım!" dedi.

- "Böylesi daha iyi olur!" dedi Çakır Dayı. "Hem işimiz uzar, bir terslik çıkarsa, gizlenecek yer de buluruz. Bu, daha iyi."

Öyle yaptılar.

Yürüdüler, yürüdüler!

Bin bir umutla, dağlara tırmandılar.

Gece, bastırdıkça bastırdı. Gökteki yıldızlar da olmasa, şaşırıp kalacaklar, yönlerini bile bulamayacaklar. Sıra dağlarda yer yer, zaman zaman yanıp sönen ışıklar. Geride, artık duyulmaz olan, fakat sayılarını önemli bir şekilde çoğaltan silâh sesleri! Bir hiç uğruna kıyılan, telef edilen, söndürülen ocaklar.

Yoruldular. Bir düzlüğe çıkınca, az soluklanmak için oturdular. Aşağıya, henüz geride bıraktıkları şehre baktılar. Ahmet Bekir'in oğluyla kızı, besbelli yorgunluktan olacak, hemen uyumaya başladılar. Onları, aniden çıkan sabah ayazından korumak isteyen anaları, bir çulla örtmeye çalışıyor. Yıldızlar, sanki alçalmış mı, ne? Bir uzanan olsa, mutlaka tutulacak, ele gelecekler. Öyle yakın, hatta öyle cana yakınlar ki...

- "Şu manzarayı çocukların da görmeliydi, be Ahmet. Bir daha böyle bir fırsat ele geçmez."

- "Uyandırayım mı onları?"

- "Bırak! Gönüllerince uyusunlar. Neredeyse şafak sökecek."

- "O kadar oldu mu?"

- "Oldu ya!"

Her ikisi de üşüdüklerini hissettiler. Ahmet Bekir, boğazına yakın, açık olan gömleğinin düğmelerini ilikledi. Çakır Dayı da, kendisine çekidüzen vermeye çalıştı. Kadınlar, birbirine sokuldular. Ayaz, sertleşti.

Yıldızlar, birer birer sönüp kayboldular.

Tan yeri, ağardı. Şafak söktü. Sabah alacasıyla birlikte, aşağıda, denizin kıyıcığında, geride bıraktıkları şehrin ışıkları, kör kör yanıyor.- "Bir şeyi merak ediyorum." dedi Ahmet Bekir.

- "Nedir o?"

- "Ne olsun, be dayı? Bir kafeste çırpınıp duruyoruz. Kafes ne kelime? Derin bir girdapta boğuluyoruz. Hani, bizimkiler nerede? Sağır mı bunlar?"

- "Doğru dersin. Bir girdaptayız evlât! Fakat, benim daha umudum var. Bizimkiler, neredeyse gelecekler."

Aşağıda, denizden tarafta, bir gümbürtüdür aldı yükseldi. Silâh sesleri arttı. Aniden toplar, deniz tarafından atılan toplar, Beşparmaklar'ı dövdü, yaladı. Sağda solda, hemen her tarafta yangınlar görüldü.

Çakır Dayı doğruldu, gürledi:

- "Bunlar, bizimkiler! Bizimkiler, be Ahmet Bekir. Allah'ıma bin şükürler olsun!"

- "Bizimkiler, bizimkiler!"

Gürültüye, mermi seslerine kadınlar ve çocuklar da uyandılar.

- "Kız Hüsniye!" dedi Halime Kadın. "Duydun mu? Bizimkiler gelmiş!"

- "Bizimkiler mi?"

- "Bizimkiler ya!"

Çocuklarla birlikte, bir araya toplanıp, hep bir ağızdan bağırdılar:

- "Bizimkiler! Bizimkiler!"

- "Şükürler olsun! Bugünleri de gördük."

Daha sonra, karşılıklı top atışları başladı. Havada uçaklar dolanıyor. Domuzlar panik içinde, neye uğradıklarının şaşkınlığını yaşıyorlar. Çıkartma gemilerinden sahile geçen Mehmetçiklerimiz, korkusuz, ilerliyorlar. Ortalık, anacık babacık günü! Kızılca kıyamet koptu, geliyor. Sahil toz duman! Tanklar karaya çıktı. Villalar yanıyor. Arada sırada, acı feryatlar duyuluyor. Sağa sola yönelmeler, kaçışmalar. Domuzlar, can telâşında, yollara düştü. Şehrin her yeri, ateş, duman ve silâh sesleri arasında, kum gibi kaynıyor.

Bu tarraka içinde, güneş doğdu. Ortalık seçilir oldu. Yangınlardan arda kalan ateşler yetmezmiş gibi, yükselen güneş de, yakan, gözleri kamaştıran ışıklarını saçtı.

Çakır Dayı, şaşkın, oldukça da heyecanlı. Bir zaman ne edeceğini, ne yapacaklarını kestiremedi. Sanki oldukları yerde mıhlanıp kalmışlardı. Ahmet Bekir'in gönlünde ılık, sıcak, bin bir renge boyalı umutlar kol geziyor. Kim bilir, belki umudu dağda aramanın, kaçmayı erkeklik saymanın pişmanlığını yaşıyor. Şu sıra, orada olmak, domuzlarla vuruşmak, Rum'a dersini vermek için, neler, neler feda etmezdi ki?

Yukarıdan aşağıya, bir ateş tufanıdır yağmaya başladı. Kızıyla oğlu, birbirlerine sokuldular. Bu şekilde davranmakla, sanki birbirlerini korumak ister gibiydiler. Kadınlar ağlasınlar mı, sevinsinler mi kestiremiyorlar. Eli silâh tutabilecek dağ gibi adamlara, hangi akla uymuşlar da, ayak bağı olmuştular? Bu kıyamet içinde, dağ başında işleri neydi?

Karşılıklı ateşler, sağnak sağnak yağan mermiler, insana korku veriyordu. Bir yere saklanmayı, gizlenmeyi düşündüler. Hüsniye ve Halime Kadın'a seslendiler:

- "Haydi, durmayın! Çocukları alıp, şu karşıdaki çalılığa gidin."

Kadınlar, denileni yapmak için döndüler. Beklemeyip harekete geçtiler. Hüsniye, kaptı oğlunu kucakladı. Halime Kadın da, Hüsniye'nin küçük kızını omuzladı. Çalılığa doğru koştular.

Aşağıda şehir, baştan uca yanıyor. Beşparmaklar'da yer yer alevler yükseliyor. Uçaklar, havadan mermi yağdırıyor. Güneş, yükseldikçe yakıyor. Heyecan dorukta!

Yeniden bir mermi yağmurudur, başladı. Mermilerden biri, Çakır Dayı'nın yanı başındaki kayadan, büyükçe bir parça kopardı. Fırlayan parça, geldi, ayak ucuna yuvarlandı. Ahmet Bekir, siperinden çıktı. Doğruldu ve:

- "Yandım Allah!" diyerek devrildi.

Çakır Dayı telâşlı, seslendi:

- "Bir şeyin yok ya, Ahmet'im? Ahmet, Ahmet Bekir!"

Çakır Dayı'nın sesi yankılandı. Beşparmaklar ses oldu, ses kesildi:

- "Ahmet Bekir! Ahmet Bekir!"

Sonra, Hüsniye parladı. Koptu geldi.

- "Ahmet! Koçum benim! Kıydılar mı, sana?"

Çakır Dayı, baktı gördü. Ahmet Bekir, şehitler kervanına katılmış. Hüsniye'yi tuttu, kaldırdı. Şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Karısını çağırdı. Halime Kadın, bağıra çağıra geldi. Çocukların iki gözü, iki çeşme! Yukarıda yakan, yıldıran güneş! Üstesine de sağnak sağnak yağan mermiler. Tam bu sırada sendeleyip, yere kapaklanan Hüsniye.

Çığlıklar! Çığlıklar!

Ardı arkası kesilmeyen çığlıklar!

Az ileride kıpırtılar. Oynayan çalılar, eli tüfekli insanlar. Çakır Dayı hangisine, neye, kime yansın? Ölmek, kurtuluş mu acaba?

Kendi kendine:

- "Artık her şey bitti!" diye mırıldandı. "Artık mahvolduk!"

Yanı başlarında patlayan silâhlar. Çakır Dayı, Ahmet Bekir'i de zar zor sırtına aldı. Bir çam ağacının dibine taşıdı. Döndü, Hüsniye'yi de bulunduğu yerden almaya gitti. Tam bu sırada bir ses gürledi:

- "Olduğunuz yerde kalın! Kıpırdamayın!"

Çakır Dayı, ilk defadır kükredi:

- "Ben Türk'üm, be! Ben Türk'üm!"

- "Türk müsün?"

- "Türk'üm, ya! Gelin! Yaktığınız, yıktığınız, yaptığınız daha yetmedi mi? Bizden daha ne istiyorsunuz?"

- "Biz de Türk'üz!"

- "Türk müsünüz?"

- "Evet! Türk'üz. Türkiye'den geliyoruz."

Umutlar, kanatlandı. Tam tükenme noktasında, şafakla birlikte, insanı şaşırtan, baştan ayağa saran, nice heyecanlara salan yaman bir rüzgâr esmeye başladı. Bu rüzgâr, deli deli esmeli! Bu rüzgâr, hiç dinmemeli! Kanatlanıp gökyüzünün altındaki bütün ufukları tutmalı! Bunalmış yürekleri serinletmeli!

Son söz üzerine, Çakır Dayı'nın dizlerinin bağı çözüldü. Olduğu yere yığıldı, kaldı. Mehmetçikler koştular.

Çakır Dayı:

- "Beni bırakın!" dedi. "Benimkisi heyecandan. Yaram filân da yok! Şu tarafa gidin! Orada bir şehidimiz var! Şu tarafta da bir gâzimiz yatıyor."

Askerler, elleri tetikte, sağa sola dağıldılar. Az ileride, yaşlıca bir kadının eteklerine sımsıkı yapışmış küçük bir oğlan ile küçük bir kızı gördüler. Gözlerine kan oturmuş yavrular, için için, sessizce ağlıyorlardı.

Aşağıda, Girne şehri yanıyor.

Güneş tepede, yükseldikçe yükseliyor.

Umutlar dorukta!

Güneşi tutmak mümkün mü?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder