Güz sâlâlarını duyunca toprak
Melekler döverler sînelerini
Kelâmın bittiği yerde gün ve tûn
Kızıl bir kefene bürünür yaprak
Ölümden bir sûret arar kendine
Gölgeler dolaşır mahzun yüzünde
Gök aksanı gibi bir dil konuşur
Ervah kokan kâfurun nefesiyle
Solgun bir minyatür kalmış elinde
Uzanır tutamaz gökte ebrûyu
Kızıl bir yağmurdur renkleri silen
Âharlı bir zaman çöker üstüne
Yükselir niyâzla bulutlar göğe
Mahzun bir edâyla iner yeniden
Ta’lik bir rüyadır görülen şimdi;
Nasıl tabir eder dilsiz gökkubbe
Şadırvanda ağlar üveyik kuşu
Zümrüt bir ışıkla konar camlara
Kuşluk vakti gelir olur cân kuşu;
Teheccüt taşırlar kıblegâhlara
Tekvin nağmeler olur yakutlar
Tılsım gibi asılır güz ortasına
Öfkeyi eritir, ağlar, ürpertir;
Ehibbâ gelirler gök sofrasına.
