Ali Bey, 8 Mart 1864 tarihinde Kür (Kura) Irmağı kıyısında Bakü yakınlarındaki Salyan ilçesinde doğdu. Asıl adı Ali olmakla birlikte Kafkasya Ruhani İdaresi tarafından verilen şehadetnamede adı Mehemmed Hüseyinzade olarak kayıtlıdır. Hem anne tarafından hem de baba tarafından ataları içinde pek çok din bilgini olan Ali Bey’in dedesi Ahmet Salyani 1884 yılına kadar Kafkasya Şiilerinin şeyhülislamı olarak görev yapmıştır. Dönemin önde gelen aydınlarından biri olan Şeyhülislam Ahmet Salyanî, başka bazı eserler yanında Tarih-i Edebiyat-ı Türkî adıyla bir Türk edebiyatı tarihi de yazmış ve bu eserde eski Türklerden başlayarak genel olarak Türklük hakkında bilgiler vermişti. Ali Bey’in annesi, Kafkasya Şeyhülislamı Ahund Ahmed Hüseyinzade’nin kızı Hatice Hanım, babası ise Gruzma bölgesi beylerinden Kazım Bey Hüseyinzade’nin dört oğlundan en küçüğü, Tiflis Müslüman Mektebi muallimlerinden Molla Hüseyin Hüseyinzade’dir.
Babasının Tiflis’te Kafkasya İdare-i Ruhaniyesinin yönetimindeki altı sınıflı Rus-Müslüman okuluna matematik öğretmeni olarak atanmasıyla Ali Bey de ailesiyle bu şehirde yaşamaya başlar. Kendisi altı, kardeşi İsmail ise iki yaşında iken babaları Molla Hüseyin Tiflis’te vefat eder, kısa bir süre sonra anneleri Hatice Hanım’ın da ölümü üzerine hem yetim hem de öksüz kalan çocukların velayeti dedeleri Şeyhülislam Ahund Ahmed Salyanî tarafından üstlenilir.
Devrinin önemli aydınlarından biri olan dedesi, yalnız din adamları arasında değil, bütün aydınlar arasında da saygı gören bir kişiliktir ve “Kafkas’ın birinci adamı”, yani bütün Kafkasya’nın en önde gelen kişisi olarak değerlendirilmektedir. Ali Bey’in yetişmesinde ve düşüncelerinin oluşmasında bu aydın düşünceli, ileri görüşlü insanın önemli bir rolü olduğu bütün araştırmacıların ortak düşüncesidir.
Şeyhülislam Ahmet Salyanî ile Mirza Fethali Ahundzade, kişi oğlunun geliştirdiği iki büyük ve farklı uygarlığı temsil eden ancak birbirinin sohbetinden zevk alan iki yakın dosttur. Bu iki dostun Ali Bey’in düşünce dünyasının oluşmasında, hayata bakışının belirginleşmesinde, Doğu ile Batı’yı tanımasında son derece etkili oldukları anlaşılıyor. O, iki farklı uygarlığın temsilcisi olduğu düşünülen bu iki kişinin düşüncelerini zihninde birleştirip görgüsü, eğitimi, bilgisi ve yaşadıklarıyla da zenginleştirmek yoluyla kendi düşüncelerini oluşturmuştur. Ali Bey’in aydın ve hoşgörülü bir din bilgini olduğu anlaşılan dedesinden öğrendikleri yanında o devir için yalnız Kafkasya’nın değil hemen bütün Türk dünyasının önde gelen aydınlarından biri diyebileceğimiz Mirza Fethali Ahundzade’nin sohbetlerini dinleme şansına sahip olması, ona pek çok şey öğrettiği gibi okuma, anlama, araştırma ve kendini geliştirme duygularını da kazandırmış olmalı. Ali Bey’in hayatı boyunca verdiği mücadelenin ilham kaynağını da bu sohbetlerde aramak gerekir.
Ali Bey, ilk öğreniminden sonra Tiflis’te Rus gimnazyumunu bitirdi, ardından Petersburg Üniversitesinin Fizik-Matematik Fakültesinde yüksek öğrenimini tamamladı. Petersburg’da üniversite eğitimi sırasında Petersburg Ressamlık Atölyesinin derslerine de devam ederek resim eğitimi aldığı gibi Doğu Dilleri Bölümünün derslerine de katılıp Arapça ve Farsçayı öğrendi. Ali Bey’in öğrencilik yılları Rus gençliği arasında siyasi olaylarla anarşinin çokça yaşandığı bir zamandı, o da olup bitenlerden etkilendi.
Petersburg yıllarında Ali Bey’in zihninde bütün Türklüğün merkezi olarak düşündüğü İstanbul’a gidip orada yaşamak isteği oluşur. Bu arada Petersburg’da Osmanlı ülkesinden bazı kişilerle de tanışır. Okuldaki hocalarından birinin Osmanlı’dan ve bu ülkedeki düşünce hareketlerinden söz etmesi, Namık Kemal’i anlatması onu heyecanlandırır, zihninde üniversiteyi bitirdikten sonra İstanbul’a gitme düşüncesini uyandırır.
O, Tiflis’teki orta öğrenimiyle Petersburg’daki yüksek öğrenimi sırasında Arapça, Farsça, Rusça, Almanca, İngilizce, Fransızca ve Yunancayı öğrenmiş, bu dillerin edebiyatları hakkında da bilgi sahibi olmuştu. Bu bilgi birikimiyle Mekteb-i Tıbbiye öğrencileri üzerinde çok etkili olacaktır.
Petersburg’daki eğitimini tamamladıktan sonra ikinci üniversiteyi okumak ve doktor olmak düşüncesiyle İstanbul’a gelir. Hüseyinzade Ali Bey, büyük bir mücadelenin sonunda girmeyi başardığı Tıbbiyeden 10 Temmuz 1895 tarihinde tabip yüzbaşı rütbesiyle mezun olup Haydarpaşa Askerî Hastanesinde During Paşa’nın maiyetinde cildiye uzmanı olarak çalışmaya başlar (1895-1897). 1897 yılında Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında savaş çıkınca Ali Bey Hilal-i Ahmer (Kızılay) Cemiyetinde görev alır. Teselya Savaşı’nda Çatalca ve Dümeke’de operatör yardımcısı ve daha sonra askerî hekim olarak görev yapar. Ali Bey’in özel arşivinde bulunan Biyografik Muhtasar Malumat başlıklı kendi tutmuş olduğu el yazma notlarda bu savaş sırasında yaşanan bazı olaylarla ilgili bilgiler de yer alır.
Tıbbiyede okuduğu yıllarda aydınlar ve öğrenciler arasında örgütlenmeler olur ve Ali Bey de bu etkinlikler içinde yer alır. İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurulması, son çağ Türk tarihi ve toplum hayatı açısından önemli sonuçlar doğuran olaylardandır. Cemiyetin kuruluş tarihi, kurucuları arasında kimlerin bulunduğu vb. konularla ilgili değişik kaynaklarda farklı bilgilerle karşılaşılır. Bazı kaynaklar Ali Bey’i kurucular arasında gösterirken, bazıları ondan söz etmez. Ahmet Bedevi Kuran, cemiyetin Sultanselim civarında, Çukurbostan’da verilen son kararla Askerî Tıbbiye Mektebi öğrencilerinden İbrahim Temo, Harputlu Abdullah Cevdet, Kafkasyalı Mehmet Reşit, Bakülü Hüseyinzade Ali ve Diyarbakırlı İshak Sükûtî tarafından 1308 (1892) yılında kurulduğunu yazar. Kazım Karabekir ise bu cemiyetin kurucuları arasında Ali Bey’i saymaz.
Abdülhamit devrinin özellikle aydınlar üzerindeki baskıcı siyasetinden ve sürekli izlenip göz hapsinde tutulmaktan yılan Ali Bey, 1903 yılında Kafkasya’ya dönmeye karar verip gemiyle yola çıkar ve Batum, Tiflis yoluyla 14 Temmuz 1903 tarihinde Bakü’ye ulaşır.
1904 yılında Rusya’nın Japonya karşısında büyük bir yenilgi alması, yıllardır süren iç karışıklıkları iyice körükler ve öğrenciler, işçiler, aydınlar, değişik milletlerin mensupları meşrutiyet ve daha fazla özgürlük isteğiyle gösteriler yaparlar, yer yer karmaşalar yaşanır ve olaylar meydana gelir. Azerbaycan Türkleri ve diğer Kafkasya Müslümanları da bu ortamdan etkilenip devlet nezdinde birtakım haklar istemek ve meşrutiyet talebinde bulunmak üzere Petersburg’a bir heyet gönderir. Bu heyette Ağaoğlu Ahmet, Adil H. Ziyadhan, Ali Merdan Topçubaşı, Ferruh Vezirov ve Ali Bey bulunmaktadır.
Heyet, 30 Mart 1905 tarihinde yola çıkar. Ali Bey, seyahati ve seyahat sırasında yaptıkları görüşmeleri günü gününe not etmiştir. 2 Nisan günü Petersburg’a ulaşırlar, 7 Nisan günü basın temsilcilerinin kongresine katılırlar, 14 Nisan günü bakanlar kurulu başkanı ile görüşüp halkın isteklerini iletirler. Heyet, küçük bazı değişikliklerle isteklerini Başbakan Vitte’ye kabul ettirir. Bu görüşmede bölge halkının sosyal ve ekonomik koşullarının iyileştirilmesiyle ilgili isteklerin yanında bir de günlük gazete çıkarılması imtiyazı elde edilir. Petersburg’daki temaslar bittikten ve görev yerine getirildikten sonra 2 Mayıs 1905 tarihinde Kafkasya’ya hareket edilir ve 7 Mayıs’ta Salyan’a ulaşılır.
Ali Bey, 1905 tarihinde İran’ın Bakü’deki konsolosluğu aracılığıyla şah tarafından üçüncü derecede Şir i Hurşid nişanıyla ödüllendirilir.
O, hayatında oldukça önemli bir yeri olan gazeteciliğe fiilen 7 Haziran 1905 tarihinde yayımlanmaya başlanan Hayat gazetesiyle başlar. Rusya egemenliğindeki Türk yurtlarında çıkarılan ilk günlük gazete olan ve “Türkçe Bir Ceridedir” baş sözüyle yayımlanan Hayat’ın ayrı bir tarihî değeri vardır. Ali Bey, başlangıçta Ağaoğlu Ahmet Bey ile, onun ayrılmasıyla da tek başına gazetenin başyazarlığını üstlenerek önemli bir sorumluluk da almış olur. Azerbaycan’da daha sonra yayınlanan pek çok gazete de aynı ya da benzer baş sözlerle çıkar. Hayat, pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da öncü olmuştur. Gazete 1906’da kapatılır ve Hayat’ın sahibi Zeynelabidin Tağıyev’in desteğiyle aynı yıl Füyuzat adlı dergi çıkarılır, Ali Bey, bu derginin de yayın yöneticiliğini ve başyazarlığını yapar. 32 sayı çıktıktan sonra 24 Ekim 1907 tarihinde Füyuzat da kapanır. Ali Bey, Füyuzat yanında 1 Mart-16 Ekim 1907 tarihleri arasında Bakü’de yayımlanan Kaspi gazetesinin de başyazarlık görevini yürütmüştür. Biyografik Muhtasar Malumat’ta konuyla ilgili şu bilgiyi verir: “Birinci Devlet Duması’nın dağıtılmasından sonra Ali Merdan Topçubaşı’nın, başka birçok milletvekiliyle Finlandiya’da Viborg Beyannamesi’ni imzalamasından dolayı hapse atılıp gazetecilik gibi medeni haklardan mahrum bırakılması üzerine onun yerine Rusça olarak günlük yayınlanan Kaspi gazetesinin başyazarlık görevini deruhte ettim (1907).”
1908 ile 1910 yılları arasında Bakü’de arkadaşlarıyla kurdukları Saadet adlı millî okulda “ders nazırı” ve Türkçe öğretmeni olarak görev yapar. Türkiye’ye dönmesi söz konusu olduğundaysa bütün eşyalarıyla bir kısım kitaplarını bu okula bağışlar. 1909 yılının Ağustos ayında çağrı üzerine Kırımlı öğretmenlere Türkçe dersleri vermek üzere Kırım’a gider ve kısa bir süre kalır. Kırım’a çağrının nedeni, Kırım’da Türk dilini gerektiği gibi öğretecek bir okutmanın bulunmaması, Türkçe öğrenmesi istenenler ile Rusça öğretmenleridir. 4 Mayıs 1910’da öğretmenlere ders vermek üzere Kırım’dan bir çağrı daha alır ancak bu çağrıya icabet edemez.
Bakü Şehir Konseyi’nin Okullar Kurulu 11 Eylül 1910 tarihinde Rus-Tatar (Türk) okullarında öğretmenlik yapacak olanların seçimini yapacak heyette Ali Bey’in de bulunmasını içeren bir yazı gönderir.
Meşrutiyet Devri’nde 31 Mart Vakası sonrasında Baha Şakir ve başka İttihatçı dostlarının çağrısı üzerine İstanbul’a dönme kararı alır ve yola çıkmasından bir gün önce 3 Aralık 1910’da Saadet Mektebinde onuruna düzenlenen yemeğe Bakü’nün hemen bütün ileri gelenleri çağrılır.
4 Aralık’ta Bakü’den yola çıkan Ali Bey, 10 Aralık’ta Batum’a ulaşır ve 24 Aralık’ta İstanbul’a gitmek üzere pasaportunu alır.
Ali Bey’in İstanbul’a dönüşü ve yolcu edilmesi, Azerbaycan basınında pek çok habere ve yazıya konu olur. 5 Ocak 1911’de İstanbul’a ulaşır, 9 Ocak tarihli dilekçesiyle göreve alınmasını talep eder ve isteği kabul edilip Tıbbiyedeki görevine döner. Bir sınav sonucunda hastanenin Emrazı Cildiye ve Efrenciye Seririyat şefliğine atanır. 1911’de Avrupa’ya giden Dr. Celal Muhtar’a vekalet eder ve hem onun muayenehanesinde hasta bakar hem de Tıbbiyedeki derslerini yürütür. Ali Bey’in meslek hayatı boyunca kendine ait bir muayenehane açtığına dair bir bilgi yoktur. Maddi bakımdan hiçbir zaman rahat bir hayatı olmayan Dr. Ali Turan Bey nedense bir muayenehane açarak para kazanma yoluna gitmemiştir.
Osmanlı Devleti’ne ilk defa geldiği 1880’lerden itibaren ilişkide olduğu İttihat ve Terakki, 1911 yılında kongre yapar ve bu kongrede Ali Bey, Talat Paşa’nın önerisiyle genel merkez yönetimine üye seçilir, ayrıca İstanbul ile Selanik’in merkez üyeliğini üstlenir. İttihat ve Terakki’nin yönetiminde almış olduğu bu görevin sonrasında parti içerisindeki birtakım etkinliklerde bulunduğu, konferanslar verdiği, bu konferanslarda İslam birliği ve Türk birliği üzerinde özellikle durduğu görülür. İttihat ve Terakki’de görev alması konusunu kendisi şöyle anlatır: “Fakülte hizmetlerimin haricinde bazı siyasi ve içtimai vazifelerle de çalıştım: Bir aralık Eyüp Sabri, Midhat Şükrü, merhum Hacı Alil, merhum Ziya Gökalp, merhum Hatib Naci ve saire ile İttihat ve Terakki’nin Merkez-i Umumisi ve İstanbul merkezi azalığında bulundum. Zaten İttihat ve Terakki’nin ilk teşekkülü zamanından beri, yani daha Tıbbiye talebesi iken, İbrahim Temo, merhum İshak Sükûti, merhum Osman Cevdet, merhum Abdullah Cevdet ve saire ile mezkur cemiyetin azasından biri idim.”
1911 yılında kurulan Türk Yurdu Cemiyeti’nde Akil Muhtar, Mehmed Emin, Ahmet Hikmet, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura gibi devrin önde gelen aydın ve Türkçüleri içerisinde kurucu olarak Hüseyinzade Ali Bey de bulunur. Bu dernek, 12 Mart 1912 tarihinde yerini Türk Ocakları Cemiyetine bırakır.
Ali Bey, 1912 yılında İstanbul’da süvari subayı Şemseddin Bey’in kızı Edhiye Hanım (1890-1944) ile evlenir. Çiftin bu evlilikten Saide, Selim ve Feyzaver adlarını verdikleri iki kız ve bir erkek çocukları dünyaya gelir.
12 Mart 1913 tarihinde Hıfzıssıhha şubesi müdür yardımcılığına atanan Ali Bey, bu dönemde pek çok derneğin de yönetiminde görev alır, ayrıca İttihat ve Terakki içerisindeki faaliyetlerini de sürdürür, resmî görevler dolayısıyla yurt dışı seyahatlerde bulunur. Bu seyahatlerin en önemlisi I. Dünya Savaşı yıllarında Rus Çarlığı sınırları içerisinde yaşayan Türk halklarının haklarını savunmak ve bunların Rus esaretinden kurtulmasını sağlamak amacıyla kurulan Rusya’da Sakin Müslüman Türk Tatarların Haklarını Müdafaa Cemiyeti tarafından oluşturulan ve Osmanlı Devleti’nin de desteklediği Turan Heyeti ile 1915 yılında yaptığı seyahattir.
14-15 Temmuz 1917 tarihinde de Akil Muhtar ve Nesim Maselyah ile Stockholm’de yapılan Milletlerarası Sosyalist Konferansı’na katılır.
Kırım’da ve Kafkasya’da son derece önemli günlerin yaşandığı 1918 yılında Ali Bey ile Ahmet Ağaoğlu’nun yine yollarda olduğu görülür. Bu kez yolculuk deniz yoluyla Kafkasya’ya, daha doğrusu Azerbaycan’adır ancak gemi Sinop’a varınca geminin önce Sivastopol’a yani Kırım’a gideceğini öğrenirler. Bu gemide Kırım’da kurulan Türk devletinin Harbiye ve Hariciye Bakanı Cafer Seydahmet Kırımer de vardır ve gemide görüşürler. Gemi, Sivastopol’dan tekrar Sinop’a döner ve oradan da Trabzon üzerinden Batum’a geçer. Ali Bey’in notlarından anlaşıldığı kadarıyla bu yolculuk, onlara devlet tarafından verilen bir görev dolayısıyla yapılmıştır. Ali Bey, 24 Haziran 1918 tarihinde Gülnihal vapuruyla İstanbul’a döner, vapurda başkanlığını Mehmet Emin Resulzade’nin yaptığı Azerbaycan heyetiyle Kafkas devletlerinin temsilcileri de bulunmaktadır. Ali Bey, bu seyahati boyunca yaşananları, özellikle bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan’da olup bitenlerle ilgili düşüncelerini ve kendi faaliyetlerini döndükten sonra yazdığı gazete yazılarında anlatır.
1918 yılı eylül ayında Millî İktisat Bankası Osmanlı Anonim Şirketine üye seçilir.
1918 yılında Turan Heyeti’ne benzer bir heyet oluşturulur, Ali Bey bu heyette de yer alır. Heyet, Avrupa’da birtakım görüşmelerde bulunmak üzere yola çıkar ancak ortaya çıkan karışıklıklar dolayısıyla Kiev’den tekrar yurda dönmek zorunda kalırlar.
I. Dünya Savaşı’nda alınan ağır yenilgi dolayısıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin izlediği politikalar ve bu arada Türkçülük düşüncesi de eleştirilir ve bu eleştirilerde hedef alınan kişilerden biri de Ali Bey olur. Mütarekeden sonra kurulan Damat Ferit hükûmeti zamanında 10 Haziran 1919’da tutuklanan Ali Bey, kısa süre sonra serbest bırakılır ancak birkaç ay sonra yine tutuklanır ve bu defa Bekirağa Bölüğü’nde 49 gün tutuklu kalır. Malta’ya sürülmekten şans eseri kurtulan Ali Bey, 7 Ekim 1919 tarihinde tahliye edilir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra da çalışmalarını sürdüren Ali Bey, 2 Mayıs 1925’te seririyat-ı cildiye ve efrenciye muallim muavinliği ünvanını alır ve 4 Mayıs 1926 tarihinde de profesörlüğe yükseltilir.
Ali Bey’in Bakü’ye son ziyareti 1926 yılında bu kentte toplanan I. Türkoloji Kurultayı dolayısıyla olur. O, bu kurultaya Fuad Köprülü ve o yıllarda Türkiye’de çalışan Macar Turan Derneği üyelerinden Mesaroş Yula’nın da olduğu bir heyetle Türkiye temsilcisi olarak katılır. Heyet, Barthold ve Mentzel de yanlarında olduğu halde 17 Şubat 1926 günü İstanbul’dan yola çıkıp 23 Şubat 1926’da Bakü’ye ulaşır. İstanbul’a dönüş ise 28 Mart 1926’dadır.
1926 yılında İzmir’de Atatürk’e yapılması düşünülen ve tarihe İzmir Suikastı olarak geçen olay dolayısıyla tutuklanan İttihat ve Terakki Partisi mensupları arasında Ali Bey de bulunmaktadır. Kara Kemal ile ilişkisi nedeniyle bu davaya dâhil edilen Ali Bey, yapılan yargılamanın sonunda suçsuz bulunur ve 26 Ağustos 1926 tarihinde açıklanan kararla beraat ettiği bildirilir.
1 Haziran 1931 tarihinde Tıp Fakültesi’ndeki görevinden emekli olan Ali Bey, 31 Mayıs 1933 tarihinde yapılan üniversite reformuna kadar hocalık yapmayı sürdürür, bu tarihte Maarif Vekaletinden gelen yazıyla görevi sona erer ve emekliye sevk edilir.
1934-36 yılları arasında Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin tercüme kolunda çalışan Ali Bey, Pekarski’nin Yakut Dili Sözlüğünün çevrilmesinde emeği ve katkısı olan bilginlerden biri olmuş, ayrıca 24 Ağustos 1936 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen III. Türk Dili Kurultayı’na üye olarak katılmıştır.
Hayatının son yıllarında çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yayımlayan Ali Turan Bey 17 Mart 1940 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda eder ve Karacaahmet Mezarlığına defnedilir.
Ali Bey’in 1914 yılında doğan, öğretmen olan büyük kızı Saide Hanım, 1941’de Prof. Mustafa Santur Bey’le evlenir ve 2002’de vefat eder. 1915 doğumlu olan oğlu Selim Turan, ilk resim derslerini, kendisi de iyi bir ressam olan babasından alır ve 1938 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’nin Resim Bölümünü bitirir. 1947 yılında Fransa’ya giderek çalışmalarını bu ülkede sürdürür. Selim Turan Bey, 1994 yılında vefat eder. Ailenin üçüncü çocuğu olarak 1920 yılında doğan Feyzaver Hanım ise Güzel Sanatlar Akademisi’nin Resim Bölümüne kaydolur ancak okulu bırakmak zorunda kalır. Mehmet Ali Alpsar ile evlenen Feyzaver Hanım, eşinin görevleri dolayısıyla ülkenin çeşitli şehirlerinde bulunur. 2020 yılında vefat eder. Ali Bey’in kızlarının da oğlunun da çocuğu yoktur.
Numune Mektebi başlıklı yazısında kendisini; "Ben Türküm, Kafkaslı bir Türküm, Türk bir Müslümanım, Müslüman bir insanım. Demek ki bu dört sıfatla dünyaya geldim, bu dört sıfatla yaşamak mecburiyetindeyim." diye tanımlayan Ali Bey, Rusya’da toplanan Rusya Müslümanları Kongrelerinde aktif rol oynar, kongreye katılan Azerbaycanlı delegeler, Sünnilik-Şiilik tartışmalarının sonlandırılması için çaba gösterip mezhep konusunun Türkler arasında ayrılık sebebi olamayacağı ile ilgili karar aldırır, toplantıya katılanlar karardan büyük sevinç duyarak ayakta alkışlar. Bu beyit, düşüncelerinin özeti niteliğindedir:
Can düşmanın tehdit ediyorken tarafeyni
Ey hâce, nedir mesele-yi Şia ve Sünni?
Yusuf Akçura’nın Kazan’ın bir köyünde yazdığı "Üç Tarz-ı Siyaset" başlıklı makalenin Kahire’de yayımlanan Türk adlı gazetede basılması üzerine Bakü’den gönderdiği ve gazetenin 24 Kasım 1904 tarihli sayısında yayımlanan "Mektub-ı Mahsus" başlıklı yazıyla Ali Bey de tartışmalara katılır, bu yazısı içinde bulunan Turan başlıklı manzume ile Turan kavramını gündeme getiren ilk kişi olur. O, bu yazıda kullandığı “Turan”ı adıyla birlikte kullanır ve daha sonra soyadı olarak alır.
Gaspıralı İsmail Bey’in uzun yıllardır “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” baş sözüyle yayımlamayı başardığı Tercüman yanında Ali Bey’in çıkardığı Hayat gazetesi ve Füyuzat dergisi ile St. Petersburg’da Abdurreşid İbrahim tarafından çıkarılan Ülfet, Pantürkizm fikrini yaymakta idi. Gerçek anlamda Türkçe yayın organı olarak Bahçesaray’da yayımlanan Tercüman, Kahire’de yayımlanan Türk, Orenburg’da çıkan Vakit gazeteleri ve Bakü’de yayımlanan Hayat gazetesi ile Füyuzat dergisi kabul ediliyordu.
32 sayı çıkabilen Füyuzat, Azerbaycan kültür ve edebiyat hayatında son derece etkili olmuştur. Bu etki, sanat ve edebiyat alanında olduğu gibi Türkçülük alanında da görülür ve hatta bu alandaki etkisi diğerlerine göre daha derin olur.
Bütün bu çalışmalar, çağın gereklerine uygun olarak aydınlar arasında soya ve millî kültüre dayalı bir Türk milliyeti anlayışının canlanıp güçlenmesine yöneliktir. 19. yüzyılda başlayan Türklük araştırmaları, Türkçe sözlüklerin ve dil bilgisi kitaplarının yazılması, dünyadaki Türklük Bilimi araştırmalarının Türk aydınları tarafından da izlenmesi ve Türkçeye çevrilmeye başlanması, Osmanlı aydınlarının Osmanlı dışındaki Türk varlığından haberdar olmaya başlamaları, Türk yurtlarından, özellikle Kazan, Kırım ve Azerbaycan’dan gelen öncü aydınların faaliyetleri ve etkileri dolayısıyla bir Türklük/Türkçülük düşüncesi doğmaya ve özellikle genç kitleyi etkisi altına almaya başlar. Bu düşüncenin taraftarlarının birinci görevi ve ilk başarısı da Türk kavramının öncelikle aydınlar tarafından benimsenmesi için çaba göstermek, Osmanlı elitinin aşağıladığı Türk halkına görkemli tarihini hatırlatıp yüzyıllar boyu örselenen, kent merkezlerinden kovulan, konar-göçer ve dağlı Türkmenlere ait olarak düşünülen bu kimliğe şerefle sahip çıkılmasını sağlamaktı. Namık Kemal’in haykırarak ilan ettiği “Vatan” kavramı ile Mehmet Emin’in “Ben, bir Türk’üm dinim cinsim uludur” dizesiyle yine haykırarak ilan ettiği millet kavramının yeni anlamı birleşti ve bu iki kavramın verdiği yeni heyecanlar, Türk aydınını da çağdaş dünyanın yaşadığı millet çağına taşıdığı gibi insanların yeni ufuklara yönelmesi, yeni amaçlar peşinde yürümesi sonucunu doğurdu.
Türkleşmek, İslamlaşmak, Avrupalılaşmak biçiminde ifade edilen anlayış; başta Ali Bey olmak üzere Türkçü aydınların dünyaya bakışlarının önemli ölçütlerinden biri olarak karşımıza çıkar. Türkçüler, Müslüman dünyanın yüzyıllar süren geri kalmışlığının çözümü olarak ortaya atılan bu düşüncenin; bu üç kavramın içeriğinin birbiriyle çelişmediği, aksine birbirini bütünleyen özelliklere sahip olduğu görüşünü ileri sürerler. Bu kavramların içeriğine sahip çıkılmadıkça, bunlara göre bir eğitim düzeneği oluşturulmadıkça Batı karşısındaki acizlik sürecek, istenilen düzeye ulaşma imkânı olmayacaktır. Bu üç kavramın çatışması, Türklük için bir felaket olacaktır. Osmanlı Devleti aslında yüzyıllardır ortaya koyduğu yenileşme çabalarıyla kısmen durumun farkında olduğunu gösteriyordu ancak konu bu kadar açık biçimde ilk olarak Ali Suavi tarafından dile getirildi. Daha sonra Ali Bey yazılarında konuyu işledi ve Türkçülüğün bu iki önemli isminden etkilenen Ziya Gökalp da konu üzerinde çeşitli yazılar yazdı.
Osmanlı ülkesinde ve öteki Türk yurtlarında on dokuzuncu yüzyıl sonu ile yirminci yüzyıl başlarında yetişen, Türk aydınlanmasının öncüleri olarak nitelenebilecek olan büyük aydınlar, hem mensup oldukları milleti çağın gerektirdiği donanıma sahip kılmak hem onu insan haysiyetine yaraşır bir hayata kavuşturmak hem de sömürülen Türk yurtlarını bu durumdan kurtarmak mücadelesine girişti ve pek çoğu da verdikleri bu mücadelenin bedelini hayatlarıyla ödedi. Bu mücadelenin sembol organı gazete ve dergiler, ilk sıradaki sembol kişisi ise Gaspıralı İsmail Bey idi. Hüseyinzade Ali Turan Bey de bu mücadelenin etkili ve öncü kişiliklerinden biri oldu. Onun Türkleşmek, İslamlaşmak, Batılılaşmak olarak formülleştirdiği düşünceler, başta Ziya Gökalp olmak üzere pek çok aydını derinden etkiledi. Türklerin çağdaş anlamda uluslaşma sürecinin de temelini oluşturan bu düşünceler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında izlediği siyasetin yönünü tayin eden ana çizginin belirleyicisi oldu.
Yazan: Vahit Türk
