6 Temmuz 2024 Cumartesi

Cihan Okuyucu - Mesnevî’den İnsan Manzaraları

 


İnsanlık Merdiveninin Hangi Basamağındayız:

Hümanizmdeki insanı bütün kusurlarıyla birlikte takdis etme anlayışının aksine Hz. Mevlânâ insanları ancak insanlık değerlerini temsil ölçüsünde değerli bulur. O, bu görüşünü şu meâldeki bir hadîs-i şerîfe bina eder: “Hak Teâlâ melekleri yarattı ve onları akılla mücehhez kıldı; hayvanları yarattı ve onlara da şehveti verdi. Sonra Ademoğullarını yarattı ve onlara hem akıl hem de şehvet yükledi. İnsanlardan kimin aklı şehvetine galip gelirse o melekten üstündür; kimin de şehveti aklına galip gelirse o da hayvanlardan aşağıdır.” (N4/59). İnsanoğlu yaratılışındaki bu ikili yapıdan dolayı hem ulvî hem de süflî olana meyyaldir. İnsanlar bu meyillere bağlı olarak sonsuz bir çeşitlilik arz ederler. Öyle ki sanki bir ucu göklere ulaşan diğer ucu esfel-i sâfilînde olan uzun bir insanlık merdiveni var ve her birimiz kendi derecesine göre bu merdivenin bir basamağındayız. Bu farklılık dolayısıyla da her insan yekdiğerinin durumundan bîhaberdir:

Nerdübânhâyist pinhân der-cihân-Pâye pâye tâ inân-ı âsumân

Her gürührâ nerdübânî digerest-Her revişrâ âsumân-ı digerest

Her yekî ez-hâl-i diger bî-haber-Mülk-i bâ-pehnâ vü bî-pâyân u ser

İn der-ân hayrân ki o ez-çist hoş – V”ân der-în hîre ki hayret çisteş (N5/104)

(Bu cihanda göğe kadar basamak basamak yol bulan gizli merdivenler vardır. Her güruhun merdiveni başka ve her gidişin asumanı başkadır. İnsanların her biri yekdiğerinin hâlinden habersizdir. Çünkü burası geniş bir memleket, ucu bucağı olmayan bir yerdir. Onun hoşluğu nedir diye bu ona şaşırmada; o ise bunun şaşırmasına hayret etmededir.)

İkili Yapımız ve Yeğerimiz: Bizde canla ten; akılla şehvet, hâsılı ulvî olanlarla süflî olanlar bir araya gelmiş bulunuyor. Ulvî his ve hasletlerimiz kanat olup bizi yükseklere uçurmak istemekte, buna mukabil bedenimiz ait olduğu yer kabuğuna pençelerini geçirmekte ve ona dört elle sarılmaktadır:

Cân küşâyed sûy-ı bâlâ bâliha

Derzede ten der-zemîn çengâlha

(Can, yücelere kanat çırpmak istemede; ten ise zemine tırnaklarını geçirmiş.)

Bütün İslâm mütefekkirleri gibi Mevlânâ’ya göre de insan, bedeniyle pek küçük ve değersizdir ama mânâ cihetiyle o alemin en kıymetli unsurudur:

Pes be-sûret âlem-i asgar tûyî

Pes be-ma’nâ âlem-i ekber tûyî (N 4/22)

(Sen görünüşte bu alemde en küçük şeysin ama taşıdığın mânâ bakımından en büyük âlem sensin.)

Zira Yunus’un şu enfes mısralarında ifade edildiği gibi insan denmeye layık tarafımız mânâ tarafımızdır:

Bu âdem dedikleri el ayakla baş değil

Âdem mânâya derler, suret ile kaş değil.

İnsanlık merdiveninin en alt basamağında bulunanla en üstünde bulunanı sırf isimleri insan olduğu ve bedenen benzeştikleri için bir tutmak kabil mi? Tabiî ki, hayır. Şayet böyle olsaydı Hz. Peygam- ber”le Ebu Cehil”i bir tutmak icap ederdi:

Ger be sûret demî insân bûdî

Ahmed ü Bû Cehl heme yeksân bûdî

(Eğer insan görünüşüyle insan olsaydı, Ahmed (Hz. Peygamberle) Ebu Cehil -haşa- bir olurdu.)

Hz. Mevlânâ da bedenin canla ilişkisi ve bunların değer bakımından mukayesesi hakkında şunları söylüyor: “Beden canla gelişir, günden güne büyür; fakat can gitti mi bedene bir bak; ne hale gelir? Bedeninin ancak bir iki arşın boyu vardır; fakat canın, ta göklere ağar, gökleri dolaşır. Can düşünmeye başladı mı a yüce kişi, Bağdat’a, Semerkant’a dek yol, yarım adımdan ibarettir. Can, bedenin sakalına, bıyığına aldırmaz; fakat beden, can olmadıkça bir leştir, aşağılık bir şeydir. Bu beden, hayvanî canın iş-güç görmesine bir izinnamedir; sen daha ileriye git de insanî canı gör. Sonra da geç, dedikoduyu bırak da ta Cebrail’in can denizinin kıyısına var.” Demek ki, insanın değeri ondaki can ışığından, taşıdığı ilahî nefhadan gelmektedir. Bu fikirler edebiyatımızda bir çok şair tarafından dile getirilmiştir. Mevlânâ”nın edebiyatımızdaki en parlak temsilcisi Şeyh Galib, aşağıdaki mısralarıyla üstadına ne güzel tercüman oluyor:

Ey dil ey dil niye bu rütbede pür gamsın sen
Gerçi virâne isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akdemsin sen
Rûhsun nefha-i Cibril ile tev'emsin sen
Sırr-ı Haksın mesel-i Îsî-yi Meryemsin sen

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen


Sendedir mahzen-i esrâr-ı mahabbet sende
Sendedir maden-i envâr-ı fütüvvet sende
Gizli gizli dahi vardır nice hâlet sende
Mârifet sende hüner sende hakîkât sende
Arş u kürsiyy ü melek sendedir elbet sende


Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

İkili Yapımızla İlgili Benzetmeler: 

Binit ve Binici: İnsanın sözkonusu ikili yapısı Mesnevî”de bir çok benzetmeye konu olur. Sözgelimi Hz. Mevlânâ’ya göre ruh ve beden ilişkisi eşek ve onun sahibinin durumuna benzer. Bu ikilide asıl olan eşeğin sahibidir, eşek değil. Eşek, sahibine hizmetle yükümlüdür ve değeri de ona hizmetiyle orantılıdır. Ama durum tersine döner de hizmet eden ve edilen yer değiştirirse; yani, eşek biniciye uyacağına, binici eşeğine uyarsa ne olur.? Bu sefer eşeğin sahibi eşek derecesine düşer; hatta aklını kullanamadığı için ondan da aşağılık olur. Binicinin bilmesi gereken ilk husus kendi istekleriyle eşeğin isteklerinin farklı olmasıdır. Bu yüzden o daima tetikte durmalı, eşeğini kontrol altında tutmalıdır :

“Gel eşeği serbest bırakma. Zira o yeşillik tarafına meyleder. Bir an ondan gaflet edersen, önüne ardına bakmadan fersahlarca uzaklaşır. Yolda düşman var. Eşekse otun sarhoşu. Düşman, nice eşeğe kul olanları mahvetmiştir.” (Nl/117) “Madem ki istekleri temelden farklı o hâlde sendeki akıl ve bedenin ilişkisi iki rakibin ilişkisidir. Hangi tarafının gelişmesini istiyorsan mecburen öbür tarafını zayıflatmalısın:.” Akıl galip olursa nefsin zayıflar, zira ağır biniciden eşek hâlsiz düşer. Ey eşek! değerli, senin aklının zayıflığından bu hakir eşek ejderha oldu.” (N2/67)

Hz. Mevlânâ başka bir yerde bedeni bu sefer ata, ruhu da padişaha benzetir. Atın da gözü var, şahın da.. Ama iyi bir at kendi gözüyle değil sahibinin gözüyle görür ve onun gitmek istediği yere gider. O hâlde bu baş gözümüz de bir at gibi kendisini yönlendiren basiret gözüne itaat etmelidir: “Süvarisiz at bir iş yapamaz. Atın gözüne yol gösteren şahın gözüdür. Şahın gözü olmadan atın gözünün bir değeri olamaz. Atların gözü otlağı bilir, nereye gitseler gözleri o taraftadır. His nuruna Hak nuru binse can, ihtiyarsız Hak yoluna meyleder. Binicisiz at yolda gitmesini bilmez ancak şah binince anayola yönelir.”(N 2/47 )

Sürekli birbirinin yolunu vuran, birbirine çelme atan beden ve ruhun; akılla nefsin durumunu Mevlânâ, Mecnun”la devesinin haline benzetiyor:

“Mecnun devesine binmiş Leyla”ya gitmek üzere yola çıkmıştı. Onun gözü Leyla tarafınaydı ama devesinin gözü arkada bıraktığı yavrusundaydı. Mecnun bir an uykuya dalsa deve yuların gevşemesinden durumu anlar hemen gerisin geri dönüp yavrusu tarafına kaçardı. Bir müddet böylece yol aldıktan sonra hâlâ aynı yerde dolanıp durduklarını gören Mecnun bir ah etti ve dedi ki: “Ey deve! ikimiz de âşığız ama âşık olduğumuz şeyler farklı. Vuslata giden yol iki günlüktür ama senin yüzünden 60 yıl tuzağa yakalanmış yollarda kaldım.” (N4/60)

Asılları bakımından bedenimiz tavuk, canımız kaza benzer: Göklerden gelenle topraktan gelenin kendisinde buluştuğu insan, terkibindeki her iki unsur tarafından farklı yönlere çekilir durur. Mevlânâ insanın bu çekilişini de şu benzetmeyle açıklıyor: “Sen tavuğun kanadı altında yumurtadan çıkmış kaz gibisin. Dadın tavuk, aslınsa kaz. Gönlünün denize meyli aslının kaz oluşundan. Karaya meylin ise dadından. O halde o kötü dadını terk et.” ( N2/137)

Bedenimizin güzelliği ve değeri de candan gelir: Aşağıdaki beyitlerde insan, beden bakımından keseye; can bakımından ise paraya benzetilmektedir. Tabiatıyla kesenin değeri içindeki paranın değeri kadardır:

Kıymet-i hemyân ü kîse ez-zerest
Bî-zer ân hemyân u kîse ebterest
Hemçünân ki kadr-i ten ez-cân bûd
Kadr-i cân ez-pertev-i cânân bûd

(Kesenin değeri içindeki altındandır. Altın yoksa kese ve cüzdan ebterdir. Bunun gibi tenin kıymeti de candan gelir. Canın değeri ise Sevgili”nin onda yansıyan ışığından)

Gençlikte bedenin tazeliği ve güzelliği canın eseridir. Mevlânâ bununla ilgili şu benzetmeleri yapıyor:”Demir, kıpkırmızı oldu ama gerçekte kıpkırmızı değil; o parlaklık bir ocağın verdiği iğreti bir ışıktandır. Pencere, yahut ev aydınlanırsa, aydın sanma; güneşin verdiği aydınlıktır o; bunu bil. Her kapı, her duvar: “Aydınım ben.” diyebilir. Güneş de der ki:” A olgunlaşmamış, ben bir batayım da senin ne olduğun ortaya çıksın. Yeşillikler: “Biz kendiliğimizden yeşerdik.” sevinçliyiz, gülüyoruz, pek güzeliz.” derler. Yaz mevsimi de der ki:” A toplumlar, ben geçip gidince görürsünüz kendinizi.” Beden de güzelliğiyle, alımlılığıyla nazlandıkça nazlanır. Can da bedene der ki:”A çöplük, sen kimsin ki? Bir iki gün benim ışığımla yaşadın. Nazından, işvenden dünyaya sığmıyorsun; hele bekle, senden bir çıkayım da gör halini. ”

Ten-can ilişkisini ahlakî alana taşıdığımızda da şöyle bir sonuca ulaşmak mümkün. İnsan için iki tür güzellik söz konusudur: Ten güzelliği, can güzelliği. Bizim bunlardan ilkini seçme şansımız yok, ama canımızı olgunlaştırmak, ahlâkımızı güzelleştirmek kendi elimizde. Ne var ki, ahmağın aklı gözündedir ve daha ziyade ten güzelliğine aldanır. Mevlânâ iç ve dış güzelliğin arasındaki değer farkını testi ve su, sadef ve inci karşılaştırmalarıyla açıklıyor: “Ne zamana kadar testinin süsüyle oyalanacaksın. Testinin süsünden geç de suyu ara. Her sadefin içinde inci bulunmaz. A canım! Sen de sadefe değil içindeki inciye bak, şekle aldanma.” (N2/38) Şimdi de insanda can ve huy güzelliğinin ten güzelliğinden daha önemli oluşuyla ilgili olarak Mesnevî”den seçtiğimiz hikâyemizi verelim:

Yüz çirkini, can çirkini: Bir kralın iki kölesi vardı. Biri çirkin fakat güzel huylu; diğeri ise sîmâca güzel fakat huyca çirkindi. Sultan, güzel olanını bir işe gönderdi ve diğerine dedi ki:

– Ben seni akıllı biri olarak görüyorum, fakat şu arkadaşın var ya ! Senin için söylemediğini bırakmadı: “Hırsızdır, hayasızdır.” diye koğuculuk yaptı.

Böylece şah izzet-i nefsine dokunacak böyle sözlerle köleyi konuşturmak istedi. Fakat köle ona umulmadık bir cevap verdi:

– Ah, ah! Bende bu söylenen kötü huylardan çok daha fazlası var. Demek ki arkadaşım iyiliğinden pek azını söylemiş.

Sultan:

– Sen de onun kusurlarını söyle ki sözlerine inanayım.
deyince köle:

– Onun en büyük kusuru muhabbet, vefa ve insanlıktır. Bir ayıbı fedakârlık, öbürü tevazudur.
dedi. Sultan:

– Anlıyorum ki, sen aslında onu över gibi yapıp kendini övüyorsun. Diye kölenin hassas bir teline dokundu. Ancak köle bunu şiddetle reddetti ve samîmî olduğuna yeminler etti. Sultan daha sonra onu bir işe gönderip diğer köleyi çağırdı ve ona da:

-Şu siyahî köle senin hakkında pek kötü şeyler söyledi; halbuki ben sende onları göremiyorum. Aksine seni zeki ve becerikli buluyorum, deyince köle öfkeden köpürüp taştı ve arkadaşı hakkında söylenmedik kötü laf bırakmadı. Bunun üzerine sultan onu huzurundan kovdu ve dedi ki:

-Ey canı kokmuş kişi! Onun yüzü çirkin ama içi pâk; seninse yüzün güzel ama için çürümüş, leş olmuş. Defol, benden uzaklaş.

-II-
Der-neyâbed hâl-i puhte hiç ham
Pes sühân kutâh bayed vesselâm

(Ham adam olgunun halinden ne anlasın.
O halde sözü uzatma. vesselâm!)

İnsanlık Mertebeleri ve Özellikleri

Hz. Mevlânâ kendi hayat serüveniyle birlikte insanlığın üç mertebesini üç kelimeyle özetler: Hamdım, piştim, yandım. Tenine kul olan insan biyolojik insandır, hamdır ve insanlık merdiveninin en alt basamaklarını mekân edinmiştir. Pişmesi ve nefsine galebesi oranında basamak basamak yükselir. Mevlânâ farklı olgunluk seviyelerdeki insanların durumlarını çeşitli benzetmelerle anlatmaktadır. Biz de şimdi bunlardan bazılarına yer verelim:

Ham adam kandile; olgun adam ise güneşe benzer: İnsanın bedeni kandile canı ise ışığa benzer. Beden kandili maddî gıdalarla beslenir ve kişiye göre değişmez. Ama can ışığı bakımından insandan insana büyük farklar vardır. Bu fark sadece kendi evini aydınlatan kandil ışığıyla bütün evleri aydınlatan güneş ya da ayın farkı gibidir:

Bu ten de kandil gibi, ışığı da can. Kandile fitil ve yağ lazım. Altı his kandilin fitili, uyku ve yemekse yağı. Ama bu kandilin ışığı iğretidir. Hayvanî ruha ait her şey ölümle söner. Ama senin kandilin sönse de komşununki devam eder. Çünkü her insanın kandili ancak kendi evini aydınlatır. Buna mukabil peygamberlerin ve mürşitlerin ışığı ay ve güneş gibi halka umumî bir rahmettir. Güneş doğunca kandilin hükmü kalmaz. Demek ki, peygamberlerin nuru güneş bizimki ise kandil ve is hükmündedir, bunların biri söner öbürü parlar durur. Gece ay doğunca ışığı her cama vurur, o bir nurdan olduğu için ay kaybolunca bütün evler kararır. Güneş ışığı da bütün evlere misafir olur. Böyle olan can güneşi de batınca bütün ruhların nuru kaybolur; (N4/18) Küçük bir üfürük bile kandili söndürebilir, ama rüzgârdan, boradan aya ve güneşe ne gam.

Ham meyve, olgun meyve: Meyvenin hamı ve olgunu olduğu gibi insanın da hamı ve olgunu vardır. Ham insanın temel özelliği yüzünün tamamen dünyaya dönük olması, dalına sımsıkı yapışan ham meyve gibi dört elle dünyaya yapışmasıdır. Olgun insanın yüzü ise ahirete müteveccihdir:

“Ham meyve dalına sıkıca yapışır. Olgunlaşıp tatlılaşınca da dalda duramaz, düşer. Dünyaya sımsıkı sarılmak hamlıktır, olgunlar daha hayırlı olanla ağızları tatlılaştığı için dünyaya soğumuştur.” (N2/49). “Meyvelerle ilgili diğer bir özellik de onların iç bakımından olgunlaştıkça kabuk olarak incelmeleridir. Tıpkı; ceviz, fıstık ve bademin iç bakımından olgunlaştıkça kabuk bakımından incelmesi gibi.” (N2/53)

Biri dünyaya hâkim, öbürü mahkumdur. Dünyevî nimetlerden istifâde bakımından çok zaman ham insanla olgun insanın farkı yoktur. Asıl fark onların iç manzaralarında, dünyaya karşı iç tutumlarındadır. Mevlânâ bu durumu şu cümlelerle ifade ediyor:

“Hz. Peygamber”le Ebu Cehil puthaneye gitseler, gidişleri bir mi? Putlar Ahmed”e secde ederken, Ebu Cehil putlara secde eder.” (N4/33) Kâfir de peygamber de aynı dünyayı paylaşmakla birlikte dünyaya karşı tutumları bambaşkadır. Nitekim Ebu Cehil putlara secde ederken, Hz. Peygamber”in adı anıldığında bütün putlar o isme secde etmişlerdir.” (N4/40-42)

Biri misk biri tezek: Müminle kâfirin farkı adeta miskle tezek farkı gibidir. Mümin görünüşte mağlup olsa bile gerçekte galiptir. Zira o mağlubiyetin sonunda bir güzellik -cennet ve cemal- vardır. Misk ve anber parçalanınca can bahşeden bir koku hasıl olur; oysa tezeğin parçalanmasından meydana gelen koku canlara eziyettir.. (N2/172)

Ham ve olgun aklın iki kaynağı: Beslendiği kaynağa göre iki tür akıl vardır. Bunlardan biri kesbî akıldır ki, onu sonradan kazanırız. Bu akıl, çocukken okulda kitaptan ve hocadan duyduklarımızla, hayat boyunca edindiğimiz tecrübelerle kazandığımız akıldır. Mevlânâ”ya göre öğrendikçe bu aklın artar ama buna mukabil hıfzın ağırlaşır ve böylece bir ezberleme levhası olursun. Bu tür akıl avamın aklıdır. İkinci akıl ise Hakk”ın ihsanıdır ve kaynağı candadır. Böyle akıl sahiplerinin dışarıdaki kaynağı kesilse de gam değil, zira evin içindeki kaynakları coşmadadır. (N3/76)

Üç akıl ışığı ve üç görme derecesi: Hz. Mevlânâ akıl ışığının derecelerine göre insanları üç guruba ayırıyor. Tam akıllının alâmeti kendi gönül şulesidir. O kendisine uymuş ve ışığıyla bir kafileye rehber olmuştur. Bu akıl, içinde şüpheye yer olmayan kâmil müminin aklıdır. Kendi ışığı olmayan yarım akıllı ise başkasına uyacak kadar basiret gösteren ve onun gözünü göz edinendir. Böylesi kendi görmese bile başkasının görüşünden faydalanmasını bilmiştir. Üçüncü guruptakiler ise tam körlerdir ki, bunların ne zerre kadar aklı vardır ne de aklı olana uymuşlardır. Bu yüzden zifiri karanlık içindedirler. Uzun sahralardan topallayarak geçmeye çalışır, beyhude dolaşır dururlar. (N3/84) Bunların nasibi- Nahifi Efendi”nin manzum ifadesiyle- yorgunluktan ibarettir:

Cân-ı a’mâ vaz ider her su kadem
Mesleği bî-âkıbettir dembedem
(N3/85)

Gören kişinin kuyuya düşmesi tesadüfen mümkündür ve nadirdir. Buna karşılık her an sürçmek ve düşmek körün hayatının bir parçasıdır. O, bir pisliğe düşse kokunun kendisinden mi başkasından mı geldiğini bilemez. Bir kimse ona misk sürse bunun da başkasından olduğunu fark edemez, kendinden sanır. O hâlde bu iki göz, insan için yüzlerce ana babadan daha iyidir. Tıpkı bunun gibi manen kör olanlar da basiret sahibi müminlere nazaran bir nevi kör hükmündedirler. (N4/15)

Hastalar ve doktorlar: İnsanlar beden sağlığı ile ilgili olarak hastalar ve doktorlar diye iki sınıfa ayrılırlar. Hz. Mevlânâ’ya göre aynı ayırım ruh sağlığı için de söz konusudur.

Böylece iki tip doktorluk söz konusu oluyor; beden doktorluğu ve ruh doktorluğu. Şimdi bu iki tip doktorun birbiri karşısındaki durumunu Mesnevî beyitlerinden takip edelim:

Mâ tabîbânim ü şâkirdân-ı Hak
Bahr-ı kulzüm did mâra fenfâlâk
Ân tabîbân-ı gıdâend ü sımâr
Cân-ı hayvânî bedişân üstüvâr
Ân tabîbânrâ bûved bevli delîl
İn delîl-i mâ bûved vahy-i celîl
Dest-i müzde mi-nehâhim ez-kesî
Dest-i müzd-i mâ resed ez-Hak besî
Hin sâlâ bîmârî-i nâ-surra –
Dârû-yı mâ yek-be-yek rencurra

(Biz ilmini Hak”tan almış olan tabipleriz. Bu yüzden Kızıldeniz bile bizi gördü de ikiye yarıldı (Cerrahlar ameliyatla bedeni açarlar, bizim önümüzdeyse —Hz-Musa”nın önünde olduğu gibi- kanlı bir organa benzeyen koca Kızıldeniz açılmakta.)/ Onlar meyve ve gıda doktorlarıdır; yani yiyeceklerle ilgili olan rahatsızlıkları bilirler ve ancak hayvanî ruhu tedavi edebilirler. / O doktorlar hastalığı anlamak için idrara bakmak zorundadırlar. Bize ise Hakk”ın gönüle tecelli eden ilmi yol gösterir (Beden tabipleri senin hastalığını senden iyi bilirler. Sen anlayamazken idrarından, kanından, yüz renginden hangi hastalığının olduğunu anlarlar. O hâlde Hak tabipleri nasıl senin hâlini anlamaz, yüz rengine, gözüne , nabzına bakar da yüzlerce hastalık görmez. Üstelik onlar idrar gibi alâmete de muhtaç değiller.) /Biz beden doktorları gibi kimseden bir tedavi ücreti de talep etmeyiz. Hak katından bize yeterince ücret verilmektedir. / O hâlde gelin, ey bîçâre hastalar gelin. Bütün hastalıklarınızın devası bizim yanımızdadır.) (N3/70)

Eğitenler/eğitilenler : Madem ki insanlar arasında gerek bilgi ve gerekse ahlakî seviye bakımından sonsuz bir çeşitlilik ve farklılık söz konusudur, bunun tabiî sonucu olarak bazı insanların öğretmen, diğer bazılarının da öğrenci konumunda bulunması kaçınılmazdır. Ama her öğretmenin üzerinde de başka öğretmenler, başka kılavuzlar olacaktır. İnsanlığın en büyük öğretmenleri ise peygamberlerdir. Çünkü peygamberlerin hocası bizzat Cenab-ı Hak”tır. Bu sebeple onların bilgileri kâmil bilgilerdir ve kurtuluş da onların gösterdiği istikamettedir. Nitekim Hz. Peygamber: “Ben ve ashabım Nuh’un (a.s.) gemisi gibiyiz, biz kurtuluşun sığınağıyız.” buyurmuştur. (N4/22) Ne var ki eğitilenler eğitilmekten çok zaman hoşnut değildirler ve eğiticilerin tavsiyelerini külfet ve eziyet olarak kabul ederler. Hz. Mevlânâ bununla ilgili olarak şu hadiseyi naklediyor:

Zorla cennete götürülenler: “Bir keresinde Hz. Peygamber zincirlenmiş olarak çekilip götürülen esirlere bakıp gülümsemiş ve şöyle demişti : “Şaşarım şu esirlere ki onları cennete zincirlerle sürükleyerek götürüyorlar. Kendilerini bekleyen saadetten gafil olan esirlerse feryat ediyor ve: “Bu dertler nereden başımıza geldi?” diye sızlanıyorlardı. Esirlerden biri Hz. Peygamber”in gülmesini görünce içinden: “Şayet bu adam peygamberse niçin bizim bu hâlimize güldü ve zaferinden dolayı gururlandı.” ” diye geçirdi. Hz. Peygamber bunu hissetti ve ona şöyle dedi: “Sanmayın ki gülüşüm, sizin zincirlenmenize. Ben, sizin ateşten gül bahçelerine zorla ve zincirle çekilerek götürülüşünüze güldüm.” Hz. Mevlânâ daha sonra bu hadiseye şu fikirlerini de ekliyor: “Bu yolun gönüllü yolcuları ancak velilerdir; diğerleri taklit yoluyla ya da zorla çeke çeke götürülürler. Bu götürülüş çocukların zorla mektebe götürülmesine benzer. Ama çocuk faydasını anlamaya başlayınca artık mektebe kendi başına seve seve gitmeye başlar. İşte amelî korkuya veya bir menfaate bağlı olanlar taklit defterine yazılanlardır. Gerçek âşıklar ise bütün başka kaygılardan sıyrılmış olarak Hakk”ı Hak için severler. Fakat ister öyle ister böyle olsun sonuçta her ikisi de iyidir ve kendisine cezbeden yine Cenab-ı Hak”tır.” (N3/171)

Yukarıda eğitmek durumunda olan insanların her zaman takdir görmediklerini ve çok zaman yanlış anlaşıldıklarını söylemiştik. Şimdi de Hz. Mevlânâ”nın bu meâldeki bir hikâyesine yer verelim:

Yılan Yutan Adamın Hikâyesi: “At üzerinde giden bir emir, yolu üzerindeki ağacın altında uyuyan bir adamın ağzına yılan girdiğini gördü. Yılanı engellemek için koştu ama yetişemedi. Hemen adama birkaç topuz vurup uyandırdı. Adam can acısıyla uyanıp karşısında eli gürzlü yolcuyu görünce korkusundan bir elma ağacının altına sığındı. Ağacın altı çürük elma doluydu. Emir: “Bunları ye.” diye zorladı ve ona kusuncaya kadar yedirdi. Beriki: “Benim ne suçum var ki bu zulmü reva görüyorsun?” diye ağlayıp sızlanıyordu. Atlı ise bu sızlanmalara aldırmadan onu korkutup koşturmaya başladı. Adam ayakları yara içinde düşe kalka akşama kadar koştu, bitkin düştü. Nihayet midesi kabardı ve köpürüp kusmaya başladı, içinde ne varsa çıkardı. Çıkardıkları arasında o simsiyah yılanı görünce dehşete kapıldı. Atlının kendisini niye bu kadar yorduğunu ancak o zaman anladı ve ayaklarına kapanarak dedi ki: “Ben seni düşmanım sanıyordum, meğer benim için Cebrail gibiymişsin. Sana rastlamam benim için ne büyük rahmet ve ne büyük devletmiş. Hayret ki sen anne gibi ardımdan koşarken ben eşek gibi önünden kaçmadaymışım. Ama niye bana durumu ta işin başında anlatmadın; ta ki sana öyle sûizanda bulunmayaydım, Atlı dedi ki: “Eğer sana yuttuğun şeyi söyleseydim korkudan ödün patlardı ve zehirden önce korku seni öldürürdü. Tıpkı kedi pençesindeki fare, yahut kurt gören kuzu gibi şaşırır kalırdın, tedbire güç bulamazdın.” Hz. Peygamber’in dediği gibi: “Sizde gizli olan düşmanı söylesem yiğitlerin ödü patlar aklı mahvolur.” (N.2/68)

Her insan tabiatıyla kötü huylarından arınmak, olgunlaşmak ve yükselmek ister. Ne var ki insanların çoğu bu isteğin gerçekleşmesi için gerekli sabrı gösteremez. Şimdi de bununla ilgili olarak seçtiğimiz hikâyeyi nakledelim:

Aslan Dövmesi Yaptırmak İsteyen Canı Tatlı Adamın Hikâyesi: 

Günümüzde gençler arasında yaygın olan dövme âdetinin kökleri epey gerilere kadar gidiyor. Mevlânâ”nın anlattığına göre bir zamanlar Kazvin şehrinde de bu âdet bir hayli yaygınmış. Bundan sonrasını artık Mesnevi”den özetleyelim:

“Kazvinli”nin biri bir tellağa gitti ve omzuna bir dövme yaptırmak istediğini söyledi. Beriki sordu:

-Ne resmi yapmamı istersin?

-Benim burcum aslan. Aslan burcu kutludur, ondan isterim.

Tellak eline iğnesini alıp deriyi delmeye başlayınca adamın canı yandı ve :

-Aman, iğnenin acısı beni öldürdü. Resmin neresinden başladın? diye sordu:

-Kuyruğundan.

-Kuyruğu olmayıversin, başka yerine geç.

Dövmeci resmin başka bir yerini yapmaya başladı ama bir iki iğne yiyen beriki yine feryat etti:

-Eyvah canım gitti. Bu hangi uzvu?

-Kulağı

-Aslanın kulağı olmasa da olur, onu da geç.

Tellağın canı sıkıldı ama ne çare. Bir “lâ-havle!” çekip hayvanın başka bir yerine girişti. Canı tatlı adam onu yine durdurdu:

-Yahu canım çıktı, şimdi yaptığın neresi?

-Aslanın karnı.

-Aman aman, varsın aslanın karnı da olmayıversin, başka yerine geç.

Artık dayanamayan usta öfkeyle iğnesini yere çaldı ve :

-Kim bu dünyada kuyruksuz, kulaksız ve karınsız bir aslan görmüştür. Cenab-ı Hak böyle bir şey yaratmadı. Madem ki canın bu kadar kıymetli niye aslan dövmesi yaptırmaya heveslenirsin.

Ey kardeş, iğnenin acısına sabret ki nefis kâfirinin iğnesini kırasın.” (N 1/118)

Anlaşılacağı üzere aslan burada elde edilmek istenen şeylerin sembolüdür. Hepimiz bu dünyada bir çok şey istiyoruz. Başarılı olmak, mutlu olmak, zengin olmak, beğenilmek vs. Ama nasıl satın aldığımız her şeyin bir bedeli varsa; insan olmanın, aslan olmanın da bir faturası var. O faturayı ödemeden hedefe ulaşmak isteyen kişi, canı tatlı dövme heveskârına benzemez mi? Elhak benzer.

Adalet nedir? Peki ama nefse eziyet adaletsizlik değil mi? Şimdi de Mevlânâ”nın bu konudaki fikirlerine yer verelim: “Adalet nedir? Her şeyi yerine koymak. Zulüm nedir? Bir şeyi yerine koymamak, yerinden başka bir yere koymak. Kendine gel de o kötü dalı kes, buda; şu güzel dala su ver de yeşert. Şimdi ikisi de yeşildir ama sonuna bak; bu yok olur gider; ondansa meyve biter. Bahçenin suyu buna helâldir, ona haram; aradaki ayrılığı sonunda görürsün vesselâm. Adalet nedir? Ağaçları sulamak. Zulüm nedir? Dikene su vermek. Adalet bir nimeti yerine koymaktır, su emen her kökü sulamak değil.”

III

Her kesî kû dûr mand ez asl-ı hîş
Bâz cûyed rûzigâr-ı vasl-ı hîş

(Aslından uzak düşen kimse yeniden kavuşacağı vakitleri özler durur)

Yüce Erlerin Dünya Gürbetindeki Hâli:

Gafiller bu dünya ahırında mutludurlar. Oysa asıl vatanın hasreti içindeki yüce ruh sahiplerinin gözleri daima ötelerdedir. Hz. Mevlânâ bu iki gurubun durumunu şu nefis hikâyeyle özetliyor:

Eşek Ahırına Düşen Bîçâre Âhû: 

“Avcının bir bir âhû yakaladı ve onu götürüp ahıra kapattı.

Ahır öküz ve eşeklerle doluydu. İçerdeki pis kokudan zavallı âhûnun başı döndü, kurtulmak için sağa sola koştu ama bir çıkış bulamadı. Ahır sahibi akşam gelip hayvanların önüne saman döktü. Öküz ve eşeklere bu saman şeker gibi geliyordu ama zavallı âhû samanı nasıl yesin?

Bîçâre âhû nice gün o ahırda çile çekti, karaya vuran balık gibi çırpındı durdu. Ahır hayvanları onun bu hâliyle eğleniyor ve: “Vah,vah, senin gibi saraylara layık bir padişah nasıl buraya düşmüş.” diyorlardı. Âhû kendisini saman yemeye davet eden ve yememesini kibrinden zanneden eşeğe şöyle dedi:

-Bu saman sana uygun bir yiyecek ama bana uygun değil. Ben çayırlıklarda taze otlar yiyerek tatlı sulardan içerek büyüdüm. Ben kendi yurdumda lâle, sümbül ve reyhanı bile binlerce nazla yerdim. Gerçi şimdi o yerlerden uzak düştüm ama o özelliğim bende hâlâ bâki. Fakirim ama gözüm fakir değil, elbisem eski ama ben yeniyim.” Eşek bu sözlere inanmadı ve: “Gurbet garibe böyle saçma şeyler söyletir, bunlara inanmak için delil lazımdır.” deyince ahu dedi ki:” “Göbeğimdeki şu misk söylediklerimin doğruluğuna şahittir.” (N5/34) Demek oluyor ki olgun insanların dünyadaki hali tıpkı eşek ahırına düşmüş ahunun hâli gibidir. Ama onların değeri Hak katındadır. Zira onlar Hakk”a hediye olarak kendi temiz gönüllerini götürürler.

Şimdi de Hz. Mevlânâ”nın bununla ilgili olarak anlattığı hikâyeyi ve hikâyeyle bağlantılı sözlerini özetleyelim:

Ebubekir ve Rafizîler: “Muhammed Harzemşah, Sebzevar şehrini kuşatmış amansızca sıkıştırıyordu. Sonunda bunalan halk aman diledi ve bağışlanma karşılığında haraç teklif ettiler. Şehir Rafizî idi. Padişah: “Başka şey kabul etmem, bana bu şehirden bir Ebubekir bulup getirirseniz sizi bağışlarım, yoksa hepinizi ekin gibi biçerim.” dedi. Onlar bir çuval altın getirdiler ve: “Bunu kabul et. Nasıl ırmak içinde kuru toprak bulunmazsa bu şehirde de Ebubekir bulunmaz.” dediler. Sultan ise: “Benim çocuklar, gibi altına gümüşe aldanacağımı sanmayın, çabuk bana bir Ebubekir bulun, yoksa haliniz harap.” dedi. Sebzevarlılar köşe bucak araştırdılar ve üç gün üç gece sonunda bir virânede hasta ve zayıf bir Ebubekir bulabildiler. Hemen ona:”Aman ne olur; hemen kalk, padişah seni bekliyor, gel de bizi bu katliamdan kurtar.” dediler. O ise : “Eğer yürümeye dermanım olaydı ben bir an bile bu düşman şehirde durmaz çoktan çıkar giderdim.” dedi. Rafızîler bin bir ricayla onu razı ettiler ve bir tabut bulup içine yatırarak başları üzerinde sultana götürdüler. İşte bu dünya da Sebzevar şehri gibidir, Hak erleri onda sıkıntı içindedir. Cenab-ı Hak ise o sultan gibi bu kavimden temiz bir er diler, altın veya suret değil. Sen huzura yüzlerce çuval altın da getirsen Cenab-ı Hak senden ancak kalb-i selîm bekler. Sen: “İşte bende gönül var.” dersen o da der ki: Bende öyle gönül çok. Sen günlerce Sebzevar”ı dolaşsan da işe yarar bir gönül bulamazsın. Sonunda pejmürde bir gönlü tabuta koyup götürürsün.” O zaman sana şöyle denir: “Burası mezarlık değil ki, böyle ölü bir gönül getirdin. Var, yürü Sebzevarlı”nın kendisinden aman bulduğu bir gönül getir.”” (N5/35)

IV

İsmini Hak Etmek:

Günümüze kadar gelen eski bir Türk geleneği vardır: Göbek adı verme. Ta Oğuz Kağan destanından Dede Korkut hikayelerine kadar sık sık karşımıza çıkan bu âdete göre çocuğa önce basit bir göbek adı, geçici bir isim verilirdi. Çocuk büyüyünce yaptığı işe ve başarısına göre hakederek yeni ve gerçek bir isim kazanırdı. Oğuz”un karlı dağa kaçan atını tutup getiren kişiye üstü başı kara bulandığı için Karluk denmesi, yahut bir seferde kazanılan bol ganimeti taşımada kolaylık sağlamak üzere tekerli bir araç-kağnı- icat eden kişiye, âletin çıkardığı sese izafeten Kanglı adı verilmesi, keza Dede Korkut”ta boğayı alt eden delikanlıya Boğaç adının uygun görülmesi bu tür örneklerdendir. Bugün biz de daha çocuk doğmadan ismi için günlerce düşünüyor, kendimizce en güzel bir isim bulmaya çalışıyoruz. Esasen evladın baba üzerindeki haklarından birinin de güzel bir isim olduğu malum. Haklı olarak hiç kimse kötü bir isimle anılmak istemez. Peki ama -yukarıdaki örneklerde olduğu gibi- taşıdığımız bu isimleri ne kadar hakediyoruz. Bir çoğumuzun adı peygamberlerden yahut büyük velilerden alınmış. İsmimiz onlara benziyor ama ya müsemmamız? Eğer taşıdığımız ismi hak edebilecek işler yapabilmişsek ne mutlu bize. Yoksa ismimizle işimiz arasında bir çelişki olacaktır. Hz. Mevlânâ da aynı hususa parmak basıyor: “Yeni doğan çocuğa gazi ya da hacı gibi isimler verirler. Daha onun gazi veya hacı olduğu yok. Sahibinde bu sıfatlar yoksa o gerçek olmaz.” Gerçek ismimiz ise bu dünya pazarından ahiret evine döndüğümüzde yaptığımız işe göre Cenab-ı Hakk”ın vereceği isimdir. Onun için Hz. Mevlânâ şöyle der: “Tanrı, insana sonuna göre bir ad takar; halkın taktığı iğreti ad gibi değildir o.” Demek ki oradaki ismimiz hak ettiğimiz bir isim olacak. Ne mutlu dünyadaki ismini ahirette de hak edenlere… Şimdi de ismini hak edip etmemeyle ilgili olarak Mesnevi”de yer alan hikâyelerden birini aktaralım:

İkisinin de Adı Hasan ama.: “Şairin biri bir padişahı methetti. Sultan, devrin caize adetine uygun olarak ona bin altınla mukabelede bulundu. Ancak iyi huylu vezir araya girdi ve evvelki sultanların ihsanlarını anarak rakamı 10 bin altına çıkardı. Şair önceden ihsan edilen miktarın arttırılma sebebini sordu ve o vezirin adını öğrendi. Vezirin adı Hasan”dı. Bir kaç yıl sonra parayı tüketen şair yeni bir kasideyle tekrar huzura geldi ve yeni bir şiir sundu. Saraydaki değişikliklerden haberi olmayan şair evvelkine benzer bir ihsan ummaktaydı. Sultan, âdeti üzere bin altın verilmesini emredince yeni vezir araya girdi ve bunun azaltılmasını talep etti. Saray erkânı evvelki ihsanı hatırlatarak daha az bir caizenin sultanın şerefine yakışmayacağını söylediler. Ancak cimri vezir: “Görürsünüz, ben ona öyle bir tuzak kuracağım ki, değil bin altın bunun kırkta birine bile razı olacak.” dedi. Bundan sonra uzun müddet şairi kapıda bekletti. Bekleme o kadar uzadı ki, zavallı şair tam ümidini kesip kapıdan ayrılacakken kendisine o küçük parayı uzattılar. Şair evvelki ihsanla şimdiki arasındaki büyük fark karşısında hayretlere düştü ve sebebini sorunca aradakiler:

-Durum senin bildiğin gibi değil. Eski iyi vezir öldü ve yerine bu cimri vezir geldi. Şimdi buna razı ol ve hemen uzaklaş, yoksa fikrini değiştirir de verdiğini de geri almaya kalkar, dediler.

Şâir yeni vezirin ismini merak etti. Ona: “Adı Hasan,” dediler. Şair:

-Aman Allah”ım! ikisinin de adı bir ama yaptıkları iş birbirinden ne kadar uzak, dedi. (N4/46)

“Görünüşe ancak çocuklar kanar, sen isimden geç mânâya (işe) bak.” (N4/50) Demek oluyor ki ismin Hasan olması huyun da hasen (iyi) olmasını sağlamıyor. Adı insan olan herkesin hakikî insan olamayacağı gibi. İnsanın huyunu güzelleştirmesi için neler yapması gerektiğini gelecek yazıya bırakarak bu yazımızı Mesnevi”nin bu meâldeki bir nüktesiyle bitirelim :

İnsan Arıyorum: “Bir rahip güpegündüz elinde bir kandille çarşı pazar dolaşıp dururdu. Bir ahmak ona sordu:

-Böyle güpegündüz elinde bu kandille ne diye çarşı çarşı, dükkân dükkân dolaşırsın. Yaptığın şey neyin nesi?

-Bir insan arıyorum.

-Allah, Allah. İşte çarşı pazar insan dolu ya.

-Hayır hayır. Ben hırs ve öfke zamanında kendisine hâkim olabilen gerçek bir insan arıyorum.

Onu bulsam da ayaklarına toprak olsam.”

Kaynak: semazen.net

*     *     *

Yazar ve Araştırmacı Cihan Okuyucu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Süleymaniye Kütüphanesinde çalışmaya başlayan Okuyucu, 1985’te Eski Türk Edebiyatı alanında doktorasını tamamladı.

 

1986’da Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne geçti. 1990’da doçent, 1996’da profesör oldu. Acun-Türkçe’nin Gücü, Türk Edebiyatı dergilerinde yazdı.

 

Yabancı dili Fransızca olan Okuyucu iyi derecede Farsça ile orta derecede Arapça ve İngilizce biliyor. Evli ve beş çocuk babasıdır.

Ömer Seyfeddin - Perili Köşk



Sermet Bey döndü, arkasındaki bekçiye:

  İşte bir boş köşk daha! dedi.

Küçük bir çam ormanının önünde beyaz, şık bir bina, mermerdenmiş gibi göz kamaştıracak dere­cede parlıyordu. Tarhlarını yabani otlar bürümüş. Bahçesinin demir kapısında büyük bir "Kiralıktır" levhası asılıydı. Bekçi başını salladı:

  Geç efendim, geç! Orası size gelmez.

  Niçin canım?

  Demin gösterdiğim evi tutunuz. Küçük ama çok uğurludur. Kim oturursa erkek çocuğu dünyaya gelir.

5 Temmuz 2024 Cuma

Almas İldırım - Qara Dastan

 


Kimsə bilməz Tanrıdağın yasını,

Duman almış Altayların başını.

Uçurmuşdur başdan dövlət quşunu,

Sətvətinə üz çеvirmiş zaman hеy…


Qоca Türkün düşdüyü dərd yaman hеy…

Dörd bir yana dağılmış türk sоyları,

Sönmüş оcaq, köçüb gеtmiş bоyları,

Dərdli-dərdli aхar bоzkır çayları,

Saхlar içdən gizli ümid, güman hеy…

Qоca Türkün düşdüyü hal yaman hеy…


Ağ alnına qara yazı yazılmış,

Yaylalarda dügün-dəmək pоzulmuş,

Gəlinlərin gur saçları çözülmüş,

Yada qalmış, dilər еldən aman hеy…

Qоca Türkün düşdüyü hal yaman hеy…


Dağdan-dağa çarpıb gеtmiş dоğanlar,

Qayalara iz buraхmış al qanlar,

Оrdulara buyruq vеrməz ilanlar,

Harda qalmış sədlər yıхan fərman hеy?

Qоca Türkün düşdüyü dərd yaman hеy…


Хarab оlmuş Buхarası, Başkəndi,

Matəm tutmuş Səmərqəndi, Daşkəndi,

Kəndi söylər, tökər gözdən yaş kəndi,

Nə оzan var, nə yazan, nə şaman hеy…

Qоca Türkün düşdüyü dərd yaman hеy… 


Qazan, Başqurd batmış, Kırım sürülmüş,

Mənim babam, gözlü yarım sürülmüş,

Qоnum-qоnşum, bütün varım sürülmüş,

Bulunurmu Sibiryada iman hеy…

Qоca Türkün düşdüyü dərd yaman hеy…


Türk еlləri bir-birinə yadlanır,

Qazaх, Qırğız, Türkmən, Özbək adlanır,

Azəri türk yanır, içdən оdlanır,

Ana yurdun içdən halı duman hеy…

Qоca Türkün düşdüyü dərd yaman hеy…


Оrğun çağlar, yatmış еllər ayılmaz,

Tarım çayı dоğru yоla qоyulmaz,

Hеy səslənir Amudərya duyulmaz

Bu dəryada qalmamışdır dərman hеy,

Qоca Türkün düşdüyü dərd yaman hеy…


Хəzər cоşar, хəbər salar Kürünə,

Aхar gеdər, Kür sürünə-sürünə,

İdil  ağlar, Altun Оrdu yеdinə,

Aral kəndi varlığından pеşman hеy…

Qоca Türkün düşdüyü dərd yaman hеy…


Azərbaycan dərd içində bоğulmuş,

Sеvənləri diyar-diyar qоvulmuş,

Ağla, şair, ağla, yurdun dağılmış,

Nеrdə qоpuz, nеrdə qırıq kaman hеy?..

Nеrdə böyük Vətən, nеrdə Turan hеy?

Almas İldırım - Dönük Qardaş

 


1944-cü ildə Ana yurda  sığınıb, sоnra düşmənlərə təslim еdilən və ruslar tərəfindən sərhəddə məkinəli tüfənglə biçilib öldürülən 187 azəri qardaşımın əziz ruhuna...


Türk dеyincə, özü, sözü mərd оlur,

Dоst dеyincə, ayrılmaz bir fərd оlur.

Qardaş dеyib dara düşsəm, sığınsam,

Bundan sоra bu mana bir dərd оlur…

Mən də dеyim bu vəfasız dağlara,

Öz qardaşı dönük оlan ağlar – a.


Türk … О Altayların dünki ərimi?

Yоlunda can qоydum, vеrdim sərimi.

Düşdügü ağlardan qurtarsın dеyə,

Sərdim ayağına dоğma yеrimi.

Qardaş ərməğanı tökülən qanlar,

Mana mükafatmı gеdən qurbanlar?


Mən dеyirdim Qayıхandır sоyumuz,

Bir qaynaqdan varlığımız, bоyumuz,

Dilim dili, yоlum yоlu, əməl bir,

Bir bayraqda ulduzumuz, ayımız,

Azəri, türk, türkmən… varmı ayrılıq,

Hardan dоğdu bu imansız sayrılıq?


Alnımızın yazısı qaradır, qara,

Qaradan bir yaylıq yоlladım yara,

Yоl uzun, yar uzaq, yеtişməz əllər, 

Türklüyün qaynayan qəlbini sara…

Fələk qıymış bəslənən bu diləgə,

Lənət türkü хəncərləyən biləgə!


Bir suçmu düşmənə köks gərdigim?

Günahmı Türklügə könül vеrdigim?

Düşmənin açdığı yaradan dərin,

Ana yurdda öz qardaşdam gördügüm.

Səslənsəydim səs çıхardı hər daşdan,

Nə bəklərsən sağırlaşan bir başdan?


Qaçdır əli qanlı çıхdı оyunda

Nə biləm qəhbəlik varmış sоyunda.

Girdigim özyurddan döndərilərkən,

Qanımın aхdığı sınır bоyunda,

Açan lalələrdən bir çələng hörsəm,

Türklük dünyasına ərməğan vеrsəm… 

Almas İldırım - Mənim İncim



Nə İrandan, nə Hinddən, nə Əfqandan, nə Çindən, 
Mən bir inci tapmışdım Qafqasların* içindən, 
Оynadarkən, əlimdən düşdü tоrpağa incim, 
Nеrdə mənim gəncliyim, nеrdə mənim sеvincim? 
Duymadım, uçdu gеtdi о məndən çох uzağa, 
Talеh quşum başından еnib düşdü tuzağa. 
О zamandan ki, mənim öz incimi çaldılar, 
Sanasan ki, еşqimi, sеvincimi çaldılar... 

Оlunca öz yurdundan, tоrpağından, daşından, 
Gənc bir şair nə anlar, baharından, qışından? 
Nеyləyim mən ruhumu çох istəyən günəşi, 
Harda mənim ilahım, harda könlümün еşi, 
Mən nə еdəm günəşin dоğub ta batdığını, 
Önümə zəhər saçan bir gün yaratğını, 
Mən о gündən nə sеvinc, nə bir həvəs bilirəm, 
Yabançı mahnılarla ağlayıram, gülürəm!..

Oyhan Hasan Bıldırki - Söylemez Sultan



      Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, memleketin birinde, bir padişahın, bir oğlu varmış. Gününü gün eder, hiçbir iş tutmazmış. Sarayın önünden gelip geçenlerle, körpedir, yaşlıdır demez, önüne gelenlerle alay edermiş. Şehzade olduğu için hiç kimse, ona bir şey diyemezmiş.
      Günlerden bir gün, bu şehzade, pencereden dışarıya bakıyormuş. Bu sırada yaşlıca bir kadın, elinde güğümü, sarayın önündeki çeşmeye, su doldurmak için gelmiş. Musluğa, testisini dayamış. Tam bu sırada, aklı havada, gönlü eğlencede olan Şehzade, attığı taşla, yaşlı kadıncağızın testisini kırmaz mı?
      Yaşlı kadın küplere binmiş. Binmiş ya, öfkesini kusacak birini ararken, bir de bakmış, penceredeki şehzadeyi görmüş. İçini çekmiş, söylemiş;
      - Dilerim Allah'tan, Söylemez Sultan'a aşık olur, derdine yanıp tutuşursun!
      Demiş, demesine ya, durmamış, oradan ayrılıp gitmiş.
      Zaman, su gibi akmış. Günler gelip geçmiş.
      Geçmiş ya?
      Şehzade'nin de içi yanmaya, gönlü tutuşmaya başlamış. Derken de, Söylemez Sultan'a aşık olmuş. Yemeden, içmeden kesilmiş. Bir deri, bir kemik kalmış. Yüreğindeki sırla yanmış, kavrulmuş. Padişah, biricik oğlunun, gözünün bebeğinin gün geçtikçe zayıfladığını görmüş. Sorup soruşturmuş, ne akranlarından, ne yâranlarından, ne de başkalarından bir karşılık alamamış. Baba yüreğidir, taş değil ya, yufka gibi olmuş, dayanamamış. Bir gün, oğlunu karşısına alıp sormuş:
      - Gözümün bebeği, gönlümün umudu, biricik şehzadem! Senin bir derdin var. Bunu, her halinden anlıyorum. Gittikçe etten, kemiğe dönmektesin. Başkalarını bilemem ama, derdinin çaresini, bilirse bir baban bilir. Derdini saklama! Söyle bana!
      Der demez, padişahtan arka bulan Şehzade:
      - Ben, Söylemez Sultan'a aşık oldum, demiş.
      - Söylemez Sultan, kimmiş? Onu nerede gördün?
      - Görmedim. İşittim!
      - Görmeden, insan birine aşık olur mu?
      - Ben oldum, baba! Eğer iznin olursa, bana destur verirsen, onu aramaya çıkacağım.
      - Ya sarayım, tahtım?
      - Taht da, saray da, şayet onu bulamazsam, bana haram olsun!
      - Aşığın gözü kördür, derler. Bilirim. Var, gönlünün umuduna yürü. Dileğinin ilmeğinde örselen. Fakat küçüksün, ufacıksın. Yol bilmez, iz süremezsin. Yanına bir muhafız vereyim. Seni, öyle yolcu edeyim.
      Şehzade, muhafız, kılavuz istememiş. Ertesi gün, yola düzülmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Sel gibi akmış, yel gibi uçmuş. Günün birinde bir köye yolu düşmüş. Köyün girişindeki ulu bir ağacın dibinde oturan, bir ihtiyara rastlamış. Ona selâm vermiş, ondan selâm almış.
      İhtiyar;
      - Nereden geliyor, nereye gidiyorsun oğul? demiş.
      - Kafdağı'nın ötesinden bu yana geliyorum. Dertliyim, baba!
      - Derdini söylemeyen, dermanını bulamaz.
      - Söylemez Sultan'ı arıyorum.
      - Senden önce de onu, dal gibi, fidan gibi çok delikanlılar aradı. Fakat görüşemediler.
      - Siz, bana bir iyilik yapın. Onu biliyor, tanıyorsanız, bana yerini söyleyin.
      - Ne yapacaksın? 
      - Onunla evleneceğim.
      - Başına felâket gelir!
      - Neden?
      - O sultan, hiç konuşmaz. Onu, diğerleri gibi sen de konuşturamazsan, seni öldürürler. Sana da yazık olur. Birçok delikanlılar, onun uğruna yok yere ölüme gittiler.
      - Bir eksik, bir fazla! Bundan ne çıkar? Benim içim yanıyor baba. Bana yol göster. 
      İhtiyar, ayaklanıp, köyün yakınındaki evine götürür Şehzade'yi. Sofra kurulur, yerler içerler.
      Şehzade'yi yolcu eden ihtiyar;
      - Daha üç şehir geçeceksin, dördüncü şehre varınca, parıl parıl yanan, çevresini aydınlatan bir saray göreceksin. O sarayda, aradığını bulacaksın. Bu, felâketin de olur, saadetin de olur. Sana canım ısındı, kanım kaynadı. Seni gözüm tuttu. Al, bu papağanı. Yolda sana yük olmaz. Sıkıştığın zaman sana yardım eder, demiş.
      Gün kaybolur, ay doğar. Günler, günleri kovalarmış.  Derken, Şehzade, dördüncü şehre gelmiş. Varıp padişahın huzuruna çıkmış.
      Padişah;
      - Delikanlı, dileğin nedir? demiş.
      - Kızınızla evlenmek istiyorum.
      - Demek onca yolu, bu uğurda göze aldın?
      - Evet!
      - Baştan söyleyeyim. Daha sonra, bin dereden su getirip yok duymadıydım, yok işitmediydim demeyesin. Benim, bazı şartlarım vardır. Kızım, hiç konuşmaz, gülmez. Onu güldürecek ve de konuşturacaksın. Bunu başardığın gün, dünyalar incisi kızım senindir. Yok, eğer başaramazsan, seni, konusunda ün salmış, nice kelleler kopararak nam almış cellatlarıma teslim eder, işini bitirtirim.
      Şehzade bu ya, ucuz lâfa pabuç mu bırakır?
      Korkusuz;
      - Her şeye razıyım, demiş.
      Yorgundur diye, onca yoldan geldi diye, o gece, muhteşem sarayda ağırlanmış. Ölçüp biçmiş, tartmış. İnce fikre dalmış. Sabahı beklemiş. Derdini, papağana anlatmış.
      Papağan dile gelmiş, söylemiş:
      - Gün ola, harman ola!
      Ertesi gün, papağanı ile birlikte, kızın sarayına varmışlar. Bekletmemişler, onu, hemen sultanın yanına götürmüşler. Sultan, ay parçası, nur pınarı gibi karşısına çıkmış.
      Şehzade, papağanına;
      - Bana bir masal anlat, demiş.
      Papağan dile gelmiş, anlatmış:
      - Bir marangoz, bir kuyumcu, bir terzi ve bir hoca varmış. Vaktin birinde bunlar, beraberce yola çıkmışlar. Gece olunca, nöbetleşe nöbet tutmuşlar. Önce marangoz, nöbet tutma sırasını almış. Vakit geçirmek için, tahtadan bir bebek yapmış. Sonra terzi, nöbeti almış. Tahta bebeğe güzel bir elbise dikmiş. Daha sonra kuyumcu, bu bebeği mücevherle süslemiş. Sıra hocaya gelmiş. Hoca da, Allah'a duâ ederek, bebeğe can istemiş. Allah, hocanın duâsını kabul etmiş. Sabah olmuş, diğerleri de uyanmışlar. Hocanın yanında, dünyalar güzeli bir kız görmüşler. O kız, parlak aydan bile güzelmiş. Marangoz, bu kız benimdir demiş. Terzi, hayır benim demiş. Kuyumcu da durur mu? O da ayak diretmiş, siz kim oluyorsunuz? Bu kız, benimdir demiş.
      Bu noktada papağan, az susmuş, biraz beklemiş. Şehzadeye dönüp sormuş:
      - Bu kız, kimindir?
      Şehzade, atılmış:
      - Marangozundur!
      Papağan üste çıkmış, tekrar demiş:
      - Terzinindir!
      Yok onundur, yok bunundur derken, aralarında kavga başlamış. Gürültüler ayyuka çıkmış. 
      Odaya padişah ve adamları girmiş. Tartışmaya onlar da katılmışlar. Bu kavgadan sıkılan Söylemez Sultan, araya girmek için dile gelmiş, söylemiş;
      - Bu kız, hocanındır! demiş.
      Alkış, tufan! Sarayda sanki yer, yerinden oynamış. Her yana muştucu tellallar çıkarılmış. Düğünümüz var diye.
      Yalanım varsa, kör olayım. Ben de o düğüne çağrılıydım. İşte bakın, heybemde üç elma getirdim. Biri çağrıyı duyana, biri düğüne gidene, biri de bu masalı size anlatana.
      Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

Samih Rifat - Akdeniz Kıyılarında

Akdeniz Marşı 

Söz ve beste: Samih Rifat

Yaslı gittim, şen geldim;
Aç koynunu ben geldim.
Bana bir yudum su ver,
Çok uzak yoldan geldim.

Korkma açıl şen yurdum,
Dağlara ordu kurdum;
Açık denizlerine
Süngümle kilit vurdum.

Rüzgârlardan atım var,
Şimşekten kanadım var;
Göğsümde al yazılı
Gazilik beratım var!

Rüzgâr bana at oldu,
Şimşekler kanat oldu;
Eğilin gökler, dedim,
Bulutlar kat kat oldu.

Irmaklar gibi taştım,
Yalçın, kayalar aştım.
Hak'ka şükürler olsun
Geldim, sana ulaştım.

Varsın yansın ocağım,
Kuruldu al sancağım;
Bayrağımın altında
Ben hür yaşayacağım!

Deniz, deniz, Akdeniz,
Suları berrak deniz!
Karşıda yâr ağlıyor
Gideyim bırak deniz!

Açıldı "Kale" yolu,
Göründü Gelibolu;
Bırak deniz, gideyim,
Orası yasla dolu.

Yürü ey şanlı Gazi!
Kılıcı kanlı Gazi!
Seni Meriç bekliyor
Büyük ünvanlı Gazi!



Fuzuli - Gazel (Ey mezâk-i câna cevrin şehd ü şekker tek lezîz)

 

Ey mezâk-i câna cevrin şehd ü şekker tek lezîz
Dem-be-dem zehr-i gamın kand-i mükerrer tek lezîz

Elif Yavaş - Kahve Saatinde Kitap Okuma Heyecanı


     Kendi ülkeme ve coğrafyama yol alasım geldi. Osmanlı çayı, Türk kahvesi ve Türk lokumu, baklava tatlımız ne kadar ünlü oldu yüzyıllar boyu. Kitap okurken kahve içmeyi sever misiniz? Bembeyaz kitap sayfaları arasında gezinen meneviş gözler okumaktan kıpraşır da muhafazalı kutusundaki o kemik gözlüklerini arar kimi zaman. Oval, elips, dikdörtgen yahut kare kesimli okuma gözlükleri dinlendirici havaya bürür sevgili (oku)runu. Papatya düşlerin gülkurusu sevdaya tutunuşu, odunsu kokulu sayfalarla kucaklaşır ansızın.

     Kimileri kahveyi sade severken kimileri orta şekerli içer. Aslında gençken şekerin tadını keşfetmeli, ayaklar sağlamken dünyayı gezmeli, vakit varken bol bol okumalı, vücuduna yakışırken giyinmeli, sağlıklıyken kıymetini bilmeli, kazancı iyiyken iktisadını iyi bilmeli, zamanı varken her saniyesini mücevher gibi işlemeli insanoğlu. Orta şekerli kahveyi tercih eder çoğu yetişkin, şeker hastalığımız yoksa aslında şekerli hâliyle tam kıvamında içmeli kahveyi. Kumda kahve yahut odun ateşinde kor alevleriyle pişen kahvenin hasbihaline ramak kala sevgi fısıltıları uçurmalıyız dostluk (dem)ine. Keçiboynuzlu, kakuleli, sütlü, naneli, kavunlu, portakallı, çitlembikli, aromalı, damla sakızlı, kakaolu, çikolatalı, sade gazozlu, nohutlu, fındıklı, ballı, lavantalı, karanfilli, gülsuyu yahut zemzem karışımlı ve daha farklı tatlardaki kahvelerin damak zevkini keşfedip yudumladınız mı? Bu saydıklarımın hepsini (aradaki bir iki tane çeşidi hariç) içtim ve okuma saatimin vazgeçilmezi oldu her biri. Fincan takımlarını, porselen demlikleri, eski model çay kaşıklarını, el yapımı çaydanlık altlığı ve el örgüsü çaydanlık örtülerini, billur şekerlikleri, gümüş çay tepsilerini, bakır cezveleri pek severim bu yüzden.

     Hece hece şiir yudumlar hayaller, kelimeler akide şekeri gibi damağımızda tatlanır. Bir kütüphane dolusu kitaba ulaşmanın çocukça sevinci, Mecnun’un Leyla’ya kavuşması gibi heyecan verir kitap kurtlarına. Sevdiğin kişiyle içtiğinde güzeldir kahve, muhabbet kıvamındaysa ballanır hasbihal. Minik bir kahve çekirdeği gibidir insan, cenin iken bebek olur tıpkı kozasından sıyrılan kelebek misali.

     Kahve saatinde kitap okuma heyecanı sarar ruhunuzu. Bal tadındaki satırlar pekmez kıvamına gelircesine okurlarını tatlandırır. Baş tacı eserler birikir kütüphane evimizde, kimi zaman hayallerimizi alıp gitmenin vakti gelir aniden. Ramak kalır okumaya, saniyeler yetişir merak duygularına. Kahvemsi bir kokuya eş olur odunsu dokunuşlu sayfalar, mektup yazmanın keyfi başlar şömine önünde ısınırken. Kahve saatinde kitap okuma heyecanı birikir küt küt atan kalbimizde, “Oku! (İkra)!” ilahî emriyle sarsılır sevgili okuyucu.

      Filmler, şehirler, anılar, kitaplar, hayvanlar, çiçekler, tabiat, çocukluk ve gençlik üzerine edilen sohbetler ne kadar da bereket katar o ortama. Uhrevî, deruni şiirler yudumlar o atmosfer. Masal saatinin ürpertileri birikir avuçlarımızda, efil efil salınan hafif bir okuma ısısı yayılır odaya. Kahve saatinin çakıltaşı çikolata ile buluşması, kitapların okuyuculara kardeş oluşuna kucak açar. Verimli bir okuma saatiniz, başkalarıyla paylaşabileceğiniz kahve kokulu hikâyeleriniz var olsun. Hoşlukla kalın.



12.12.2018 - Çarşamba


Elif Yavaş - Hikaye ve Roman Tadında


     Roman okumayı, kitap sayfaları arasında gezinmeyi sever misiniz? Ölümsüz eserler ve çağa damgasını vuran sanatçılarımız, rumuz ile bir eser yazsalar bile bir şekilde isimleriyle onların eserleri ayakta kalır. Kimi zaman bir romanın ana karakterinin yerine koyarız kendimizi, bazen kitapta geçen şehrin o patika yollarında buluruz ruhumuzu. Saniyeler anıları kovalar ve olayların akışına kapılırız ister istemez. Yaşar Kemal’in İnce Memed romanının ciltleri, yapbozun parçaları gibi gelir bana. Nehir roman tarzında yahut ucunda merak aşılayan kitaplar ruhumuzdaki macera duygusunu kamçılar.

   Bir de hikâyeden romana geçiş gibi yani “uzun hikâye ile roman türü arası” eserler vardır. Türk Edebiyatımızdaki Tanzimat dönemi yazarı Nabizâde Nâzım’ın “Karabibik” eseri “ilk köy romanı” olarak kabulse de incecik bir kitaptan ibaret ve olaylar eserdeki ana kahramanımız olan Karabibik üzerinde şekillenmiş. Edebiyat eleştirmenlerimizin bir kısmı bu kitabı tür bakımından “uzun hikâye” olarak kabul etmiş. Kısa roman mı, uzun hikâye mi? Bu türe “povest” denmiş. Povest; hikâyeden uzun, romandan daha kısa yazılmış bir edebî türdür. Povestlerde duygulu ve melankolik, biraz da marazi konular yer alır. Aşklar, mutluluklar yer alır. Karabibik kitabı melankolik, çok duygusal yahut marazi konular içermediği için povest diyemeyiz. Bazı yazılar da öyledir, özellikle edebiyatımızdaki ‘deneme’ türü çok geniş bir yelpaze açıp zikzak çizdirir. Deneme; içinde şiir, edebî mektup, masalsı mısralar, hikâye-anı tadındaki düzyazı, gezi yazısı ve inceleme yazılarından da kesitler sunabilir yahut bir romanın sanatsal cümlelerini deneme içinde görebilirsiniz zannımca. Nasıl ki kalbimizdeki cümleler duygusal bir dille dizeye çevrildiğinde, edebî bir şiir yazıp hayal üretebilmek yetenek işiyse; deneme de kişinin kendi kendine satırlara süzülüp içindeki ben’iyle yüzleşmesi misali yetenek işidir.

     Yazabilmek için pürdikkat okuyabilmeli. Çok okuyup az yazmamı tavsiye ederdi eğitimci büyüklerim. Sabırla, ilmek ilmek işlenmeli satırlar. ‘Sözlük okuma’ çalışmalarıyla şıklığa bürünmeli her bir hayal. Yazmak, kelimeleri cümlelerle evlendirmek gibidir. Hikâye ve roman tadındadır günlük hayatta yaşadığımız olaylar da. Sıcağı sıcağına kaleme alınmayı ister, yazara özgü cümlelerle demlenmeyi bekler sözcükler. Hikâye ve romanın el ele vermesiyle yüreğimize masal tadında hatıralar ışınlanır. İnsanın düşlerine mıh gibi çakılan mısralar yaramaz bir çocuk misali şiire dönüşmeyi arzular. Alacalı ışığın huzmesine süzülen gözbebeklerimiz okuma sevdasıyla büyülenir günbegün. Hicran rüzgârı sarar kalbi, sevda okları yerleşir hayallere. Bir başkadır roman dünyası, apayrı sayfalara kucak açar hayat hikâyeleri. Hikâye ve roman tadındadır her gün, bakıp da görebilen yüreklerin düşlerine tutunur her şey. Masal tadında kalbiniz, şiir gibi ömrünüz olsun.

 


Tarih: 16 Aralık 2018 Pazar                                      

Saat: 22.00

3 Temmuz 2024 Çarşamba

Ahmet Haşim - O Belde

Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!

Mahir Ünlü - Dünden Bugüne Taşkent

 



Taşkent Özbekistan Cumhuriyetinin başşehri ve Taşkent vilayetinin merkezidir. Orta Asya'nın en büyük şehirlerinden biridir. Şehrin bir merkez ilçesi (Mirza Uluğbek) ve on bir ilçesi vardır.

El yazması kitaplarda nakledilenlere göre Taşkent'in eski adı Çaç imiş. Taşkent'i Araplar işgal ettiğinde Arap alfabesinde “ç” olmadığı için “Şaş” diye söylenmeye başlamış. Birunî’nin, “Hindistan” adlı eserinde belirttiğine göre (Taşkent'in adında geçen) “taş” sözü Türkçedeki taş  sözüdür. Zamanla “şaş” şeklini almıştır. “Taşkent, taşlı köy demektir” diye açıklamaktadır. Ayrıca "taş" sözünün eski Türkçede ve bugünkü Özbek dilinde "dış" manasında kullanıldığını biliyoruz. Türkçedeki taşra, Özbekçedeki taşkarı, taşki sözlerinde bu husus açıkça görülür. Maveraünnehir bölgesinin kuzeye çıkan bir kapısı niteliğinde olan,

Buhara veya Semerkant merkezli bir medeniyet için Taşkent'in dışarıda sayılması da muhtemeldir. 

On üçüncü asırda ve on dördüncü asrın ilk yarısında Taşkent Çiğatay (Cengiz Han sülalesinden olup Türkleşmiş Moğol kabilesi, Türkçede Çağatay olarak söylenir) idaresinde kalmıştır. On dördüncü asrın ikinci yarısından on beşinci asrın son yıllarına kadar Timurîler tarafından idare edildi. 1404 yılında Mirza Uluğbek'e verildi. Bu devirde Taşkent şehri vaha ile çöl arasında müstahkem bir kale haline getirildi. Sınırları genişledi. Üretim, ticaret ve kültürel faaliyetler arttı. Şayhantahur (Şeyh Havendi Tâhir) külliyesindeki türbeler, Cuma Mescidi ve diğer mimari eserler kuruldu. Bu külliye işgal devirlerinde yerle bir olmuşsa da bağımsızlık döneminde Özbekistan'ın ilk cumhurbaşkanı İslam Kerimov tarafından yeniden inşa ettirilerek Taşkent'in en büyük camii (Hast İmam Mescidi), Özbekistan Müslümanlar İdaresi (bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı) ve medrese olarak hizmete açılmıştır.

On altıncı asırda Taşkent bayındır bir şehir haline gelmişti. Şehrin etrafı yeni bir duvarla çevrilmişti. Yeni mimari eserler boy göstermişti: Şayhantahur türbesi, Kökeldaş Medresesi, Barakhan medresesi o zamandan bugüne kalan eserlerdir.

Taşkent'in halen Özbekistan'ın başşehri olması sebebiyle Cumhurbaşkanlığı sarayı, Yüksek Meclis, Bakanlıklar, siyasi parti genel merkezleri, siyasi ve sosyal kurumlarla hayır kurumlarının merkezleri, diğer ülkelerin diplomatik temsilcileri bu şehirdedir.

1991 Yılından sonra şehrin merkezi meydanına “Müstakillik Meydanı” adı verilmiştir. Şehir merkezindeki büyük parklardan birine Emir Timur adı verilmiş, büyük devlet adamının heykeli bu meydana konulmuştur. Aynı parkta Timuriler Tarihi Devlet Müzesi kurulmuştur. Şehrin, âlimlerin yaşadığı semtlerinden birine de Mirza Uluğbek'in heykeli konulmuştur.


Taşkent, Özbekistan'ın kültür merkezidir. Burada çok sayıda üniversite, enstitü, lise, spor lisesi, meslek lisesi, temel eğitim okulu, anaokulu, kreş ve halk eğitim merkezi bulunmaktadır. Özbekistan'ın en fazla sirk, sinema ve tiyatro salonu, park ve bahçeleri bu şehirdedir.

Taşkent Orta Asya'nın en büyük ticaret merkezidir. Taşkent havaalanı milletlerarası öneme sahiptir. Şehirde iki hava alanı, tren garı, otobüs terminalleri mevcuttur.

Halkın önem vererek ziyaret ettiği Şeyh Zeynüddin türbesi, Çopanata türbesi, Keffal Şaşi türbesi, Hoca Alemberdar türbeleri bu şehirdedir. Hazret-i İmam Keffal Şaşi Hazret-i İmam diye anılırken halk arasında kısaca Hast İmam şeklinde söylenir olmuştur. Zengi Ata türbesi de Taşkentlilerin mukaddes bilip ziyaret ettiği türbelerdendir.

Taşkent'te çok sayıda hastane, spor salonu, spor alanı ve stadyum vardır. Taşkent'in televizyon yayınları dağıtım merkezi olan televizyon kulesi “teleminare” Yunusabad ilçesindedir.

Taşkent metrosu üç ayrı güzergahta yolcu taşımaktadır. Metro inşaatı 1973 yılında başlamış, dokuz istasyonu olan ilk güzergâhta 1977 yılında seferler başlamış, metro ilave inşaatlarla 2001 yılında tamamlanmıştır. İlk güzergahta Sabir Rahimov, Çilanzar, Mirza Uluğbek, Hamza, Milli Park, Halklar Dostluğu, Pahtakor, Müstakillik Meydanı: Emir Timur, Hamid Alimcan, Puşkin, Büyük İpek Yolu istasyonları yer almaktadır. İkinci güzergâhta Ali Şir Nevai, Özbekistan, Kozmonotlar, Aybek, Taşkent, Maşinasazlar, Çikalov, Gafur Gulam, Çarsu, Tinçlik ve Biruni istasyonları vardır. Üçüncü güzergâhta ise Minörik, Yunus Recebi, Abdullah Kadiri, Minar, Bademzar, Habib Abdullayev istasyonları vardır. Taşkent metrosu 9 şiddetinde depreme dayanıklı olarak projelendirilmiş olup metronun geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması için yol ve istasyon yapımları devam etmektedir.

Taşkent'te neşredilen çok sayıda gazete ve dergi mevcuttur. Özbekistan'ın en önemli yayınevleri Taşkent'tedir.

Eski çağlarda bütün önemli şehirler gibi Taşkent'in etrafı da yüksek duvarlarla çevrilmişti. Duvarların yüksekliği 8 metre, uzunluğu 10 kilometre civarındaydı. Halk arasında yaygın olan “şehir kapısız değil” deyimi o devirlerden kalmış olmalıdır. Yüksek kale duvarlarının her tarafında şehre giriş çıkış için on iki kapı kurulmuş. Kapıları hangi kabile koruyorsa onun adı kapıya verilmiş. İşte o kapılar:

1.   Kıyat kapısı: Adını Kıyat kabilesinden almış. Parkent kapısı veya Kokan kapısı da denir.

2.   Türkler kapısı

3.   Özbek kapısı

4.   Tahtapul kapısı

5.   Karasaray kapısı

6.   Çiğatay kapısı: Cengiz Han soyundan Çiğatay (Çağatay) adını taşıyor.

7.   Su’baniyan (Sağban) kapısı: Sağban adının pazar yeri bekçilerini ifade ettiği çeşitli kaynaklarda yer almaktadır.

8.   Kökçe kapısı

9.   Kemanderan (Kamalon) kapısı

10.  Kanklı kapısı

11. Beşağaç kapısı

12. Katağan kapısı: Bu kapının eski adının Koymazkineges’miş.

Katağan, baskı, yasak demek. Katağan dediğinizde Özbek halkının 1930'lu yıllarda Stalin yönetiminde Türk aydınlarına uygulanan yok etme politikası akla geliyor. 1991 Yılında bağımsızlığını ilan eden Türk cumhuriyetlerinde bu yönden yaşanan bir çelişkiye şahit olursunuz. Bir tarafta Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği döneminde katledilen aydınların hatırası, diğer taraftan da İkinci Dünya Savaşı'nda Sovyet Sosyalis Cumhuriyetlerini korumak için Almanlara, İtalyanlara ve Japınlara karşı savaşan evlatlarının anıları. Tarih bazen insana bu çelişkiyi yaşatıyor. Özbekistan cumhurbaşkanı İslam Kerimov da Müstakillik Meydanı'nda Nazilere karşı savaşan vatandaşlarının hatırasına abideler dikerken diğer yandan da taşkent'in Yunusabad ilçesinde "Qatagʻon qurbonlari xotirasi muzeyi" (Baskı kurbanları müzesi) yaptırmış. Bir tarafta Sovyetler Birliği ordusunda savaşan askerlerin hatırası, diğer tarafta da Sovyetler Birliği adı verilen Rus İmparatorluğunun katlettiği vatansever aydınların hatırası...



Eskiden şehrin on mahalleden ibaret olan semtine “dehe" adı verilirmiş. Daha sonra şehir büyüdükçe “dehe” kelimesi ilçe (bugünkü Özbekçede Tümen deniyor) manasını almış.

Suyun altın değerinde olduğu Orta Asya'da Taşkent'in sularından bahsetmemek olmaz. Çimgan adı verilen dağın eteklerinden gelen sular Taşkent'in içinde dere ve kanallardan akıp gitmekte, yazları oldukça sıcak geçen Taşkent'i serinletmektedir.

Her şeyiyle bizden bir şehir olan Taşkent'te Özbekler, Kazaklar, Türkmenler, Stalin'in Kafkasya'dan sürgün ettiği Ahıska Türkleri ve bunların yanında Ruslar, UkraynalIlar, Koreliler ve Yahudiler bir arada yaşamaktadır. Nüfusun çoğunluğu nu oluşturan Özbekler, işgal yılları ve komünist dönemde asimile olmamak için olağanüstü bir direnç göstermişlerdir. Özbek halkını tanımak için Kökçe taraflarında, tek katlı, bahçeli, bahçesi duvarlarla çevrili bir aileye misafir olmak gerekir. Orada kırk yıl önceki Anadolu köylerinde kalan misafirperverlik hala yaşamakta hatta daha fazlasıyla yaşatılmaktadır.

1966 yılında yaşanan şiddetli deprem Taşkent'in birçok semtini yerle bir etmiş. Deprem sonrası inşa edilen dört katlı binalar bugün hala en güvenli binalar gibi görünüyor. Küçük bir depremde sokağa dökülen şehirlerimizi gördükten sonra dört şiddetindeki depremde pencereye bile çıkmayan Taşkentliler bu güveni yaşıyorlar.

Özbekistan'ın Fergana ağzıyla konuşan insanları Türk insanı kolayca anlar. Taşkent ağzı ise bizim için anlaşılması zor bir konuşma dili. Asırlar boyu Farsçanın tesirinde kalan bu şive Rus işgali ve Sovyetler Birliği devrinde Rusçadan çok sayıda kelime almış. Bağımsızlık öncesi ve sonrası da başşehir olması sebebiyle bu konuşma dili Özbekistan'da yazı diline de hâkim olmaya başlamış. Bu sebepledir ki Eski Türkçenin en tatlı şivelerinden biri olan Özbekçe, Ali Şir Nevai'nin emeklerini heba ediyor. Rusların dayattığı Kiril alfabesinde ve ona uygun olarak kabul edilen yeni Latin alfabesi ı-i, o-ö, u-ü seslerinin birer harfle gösterilmesi hatta "ö" harfinin dillerinde olmadığını iddia etmeleri Özbekçeyi diğer Türk lehçe ve şivelerinden ünlü uyumu yönüyle uzaklaştırıyor.

Geniş yolları, düzgün caddeleri, yemyeşil parkları ve eğlence mekanlarıyla bugünü yaşamak isteyenlere hitap ediyor. Bizim gibilere ise ya Çimgan'da dağ gezintisi veya Semerkant'ta, Buhara'da, Hive'de tarihin derinliklerinde kaybolmak en güzeli.

Fuzuli- Gazel (Germdir şâm ü seher mihrinle çerh-i lâciverd)

 

Germdir şâm ü seher mihrinle çerh-i lâciverd
Geh sirişk-i âl eder izhâr geh ruhsâr-i zerd

Nuri Şimşekler - Mesnevi Hikâyeleri Üzerine



“Hikâye değil bunlar kendi hâlimiz”

Doğu edebiyatlarında yazar ve şairlerin eserleri arasında naklettiği -özellikle hayvan-hikâyelerin temelini Beydaba’nın Sanskrit diliyle kaleme aldığı Kelile ve Dimne oluşturur. Binlerce edebi esere kaynaklık eden Kelile ve Dimne, şüphesiz İslami edebiyatla birlikte özellikle Fars ve Türk edebiyatlarındaki eserlerde de önemli bir yer edinmiştir. Bununla birlikte söz konusu eserlerde direk alıntıların yanı sıra Kelile ve Dimne’den esinlenerek yeni hikâyeler de oluşturulmuş, yazar ve şairler insanlara vermek istedikleri mesajları hayvan karakterlerini hikâyelerine malzeme edinerek vermeye çalışmışlardır.

1250’li yıllarda kaleme alınmaya başlanan Mevlâna’nın Mesnevî’si de kendinden önceki yüzlerce eserde olduğu gibi bu üslubu benimsemiş, tavşanı, aslanı, timsahı, tilkiyi, kuzgunu, bülbülü, tavusu, karıncayı… bilinen özellikleriyle insanların hâlini anlatmak için bir sebep kılmıştır.

Mesnevî, çoğunu Kelile ve Dimne’den aldığı hayvan hikâyeleriyle birlikte; Hz. İsa ve çoban, Hz. Musa ve Firavun, Hz. Süleyman ve Belkıs, Gazneli Mahmud ve sâdık hizmetçisi Ayaz, İbrahim b. Edhem ve Ebu’l Hasan-ı Harakani gibi gerçek kişilikleri hikâyelerine malzeme edinir. Ayrıca, Çinli ve Anadolulu ressamlar, sahte şeyhler, bedevi ve karısı; Türk, Rum, Arap, Hind ve Acem ırkları; sağır, kör, güzel, çirkin gibi çeşitli vasıflarıyla farklı karakterleri “Mesnevî filmi”nin içine yerleştirerek okuyucusuna öğüt vermeyi amaçlar.

Mesnevî hikâyelerindeki üslup ve karakterler

Yukarıda da belirtildiği gibi Mesnevî’deki hikâyelerin büyük bir bölümü İslâmî edebiyatlarda da gelenek olduğu üzere Kelile ve Dimne’den alınmadır. Bununla birlikte Şems-i Tebrizi’nin Makâlât’ından, üslup olarak oldukça etkilendiği Fars edebiyatının önemli simalarından Senâ’î ve Attâr’ın mesnevilerinden ve halk arasında anlatılanlardan oluşmaktadır. Mevlâna bu hikâyeleri naklederken ilgili yerlere atıfta bulunur ve “bir de benden dinle de o hikâyeler masal gibi gelmesin sana. Dış yüzünü okudun, iç yüzünü de benden dinle…” diyerek bu hikâyeleri kendi üslubuna göre yansıtır ve hikâye karakterlerindeki iyi-kötü rolleri okuyucusundaki benzer huylara benzetir.

26 bin beyite yakın Mesnevî’nin 36. beyitinde başlar Mevlâna’nın ilk hikâyesi ve devam eder son beyite kadar. Bir hikâye diğerini izler; hatta daha biri bitmeden diğer hikâyenin kahramanları girer başka bir hikâyeyle. Böylece iç içe geçmiş yüzlerce hikâye, yüzlerce kahraman, film karakterleri gibi canların gözü önünde okuyucunun.

Padişah vardır, güzel bir cariye vardır, kuyumcu yakışıklı bir genç vardır; tıp doktoru vardır, ilâhi hekim vardır. Aslında bütün bu kişilikler gerçek değildir. Bir insanın kendi içindeki iyi kötü huylardır. Nefsidir insanın, hep dünyalık mala talip olan. Gönlüdür insanın, nefse karşı aşk kılıcı ile savaşıp kişiyi ondan kurtaran. Bu arada ilahi hekim de vardır bu hikâyede. Gönül sahibi değilse insan ona yardımcı olacak, “kötü adam” nefsin bertaraf edilmesi için ona yol gösterecek. O hekim de “aşk”tır.  

Hileci Yahudi bir vezir vardır. Hıristiyanların arasına girip, kendisini onlardan gösterip, bilinçli olarak onlara yolunu saptıran. Hükümdarı da yardımcı olur onun bu “kutsal hizmet”ine. Ve sonunda bu bozgunculuğu netice verir ve Hıristiyanları düşürür birbirine. Aslında gerçek anlamda ne o vezir vezirdir, ne o hükümdar hükümdar. Bir insanın içine sızıp onu dünya nimetleriyle kandırmaya çalışan “maddiyat avcısı”dır. Bir insanın gönlüne sızıp onu yanlış yönlendiren ve hattâ hiç düşünmezken, o kişiye “liderlik, şeyhlik” mücadelesi başlatıp diğer insanlarla bir kavgaya düşüren “nefis”tir.

Ayı da vardır bu hikâyelerde insanın dost edindiği. Ancak bu “dost” olmadık yerde iyilik yapma yerine dostunun ölümüne sebep olur. Cahil arkadaştır o ayı, gerçek ayı değil.

Tavus da vardır, insanın gösterişe düşkünlüğünü temsil eden; kaz da vardır içimizdeki hırsa dikkat çeken.

Aslan da vardır o hikâyelerde “lider” sıfatıyla âdil olması gerektiği halde adaleti terk eden. Bunun karşısında “eşkıya”yı temsil eden kurt da vardır. Ama bu senaryoda “hile” yapmaya çalışan tilki de vardır ki, onun sonu da adaletsizliği “adalet” olarak gördüğünden dolayı canını kaybetmesidir. Aslan, kurt, tilki; kimdir bunlar? Bir ülkedeki âdil olmayan yöneticilerdir, hep şiddete ve yıkmaya yönelik çalışmalar yapan muhaliflerdir, âdil olmayan yöneticiye “yağdanlık” yapan menfaatçilerdir.

Sadece hayvan hikâyeleri mi vardır Mesnevî’de, tabi ki hayır…

Güzel sesli bir müezzin de vardır bu hikâyelerde. Güzel sesiyle etkilediği Hıristiyan bir kızı İslamiyet’e ısındıran. Ancak, çirkin sesli müezzin de var bu senaryoda. Çirkin sesiyle okuduğu ezan sebebiyle Müslüman olması “an” meselesi olan o kızı bu yoldan alıkoyan. Hikâyedir bunlar, ancak bir sebeptir, bir vesiledir, kendini duyup anlayana. Aslında İslamiyet’i güzel temsil edendir o güzel müezzin, diğeri de Kur’ân-ı Kerim’i ezbere bilse de  “…sevdiriniz nefret ettirmeyiniz” hadis-i şerifinden gâfil olan din adamıdır.

Bitmez Mesnevî hikâyeleri;

Bazen tencereden kaçmak isteyen bir “nohut” misaliyle pişip olgunlaşmak için dertle yanıp kavrulmayı ve sabrı öğütler;

Bazen birbirlerinden ayrılmaları sebebiyle oltaya tutulan balıklar aracılığıyla bize birlik ve beraberliğin önemini hatırlatır;

Bazen namaz için camiye giren, ancak konuşmaları neticesi birbirlerinin namazının bozulmasına sebep olan dört Hintli Müslüman’ın diliyle bizlere başkalarının kusurunu ararken kendimizin de kusur işlediğini hatırlatır;

Bazen başına kocaman bir sarık sararak kendini gerçek şeyh gibi göstermeye çalışan bir fakihin haliyle bize ilmin sarıkta değil, beyinde, gönülde olduğunun mesajını verir;

Bazen hırsından dolayı olayları âşikâr göremeyen bir kadının şehvet peşinde hayatını kaybetmesi örneğiyle bizlere hırs ve şehvetin insanı kör ettiği, nefsinin emrine giren kişinin bir gün gelip helâk olacağı ikazında bulunur;

Bazen de bir farenin deveye kılavuzluğa yeltenmesi sebebiyle yarı yolda nasıl kalakaldığı hikâyesini anlatarak kendimizi ölçüp tartarak boyumuzdan büyük işlere kalkışmamamızı, eğer böyle olursa mutlaka bir gün mahcup olacağımızı hatırlatır.

Hikâye değil bunlar kendi hâlimiz…

Hikâyedir bunlar zâhirde; ama Mevlâna’nın deyimiyle içindeki anlam “kendi hâlimiz”dir, insanoğlunun hâlidir. Terazi kefesi gibidir bu hikâyeler, manası da içindeki dane. Bunları hikâye gibi okuyan ve içindeki gerçek manasını kavrayamayan ise, ancak kefeye bakar içindeki daneden istifade edemez.

Evet; Mesnevî hikâyelerle doludur, ancak Mevlâna’nın da dediği gibi o hikâyede kendini görüp anlayan ve eksiğini gidermeye çalışan kişi de “er kişi”dir. Bunları hikâye gibi okuyan ancak masal dinlemiş olur. İçindeki gerçeğe ulaşıp bu hikâyeleri içselleştirip hayatına uygulayan kişi de manevi gıdaya kavuşmuş olur.

“Mesnevî’deki sözlerden maksadım senin sırrındır; onu şiir halinde söylemekteki muradım senin sesindir.

Mesnevî, masal diyene masaldır; fakat bu kitapta halini gören, bu kitapla kendini anlayan kişi de er kişidir.

Biz neye bu derecede söze daldık? Hikâye söyleyelim derken hikâye olduk gittik!

İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikâye değil. Halimi anlatıyorum ben, Sevgili’nin huzurundayım ben!

(Mesnevî, IV, 758, 32; III, 1147, 1149)

 

Dr. Nuri ŞİMŞEKLER

Selçuk Ün. Mevlâna Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

n.simsekler@selcuk.edu.tr

Kaynak: semazen.net

 



2 Temmuz 2024 Salı

Osman Çeviksoy - Ne Oldu Bize?



Akşamla yatsı arası bir vakitte uçağımız Stuttgart havaalanına inmek üzere alçalınca şehrin ışıklarını gördük. Arkadaşlardan biri “Şu güzelliğe bakın!” dedi. “Böyle bir manzarayı Türkiye de göremeyiz. Avrupa’ya geldiğimiz belli oldu. İyi bakın; kaçırmayın şu güzelliği, ışık cümbüşünü…” 

 Üçümüz de uçağa ilk kez biniyor, karanlıkta bir şehri uçaktan ilk kez görüyorduk. Arkadaşımızın böyle konuşması, diğerinin de onu onaylaması zoruma gitmişti. Uçağın pencerelerine kapanarak ininceye kadar Stuttgart’ın ışıklarını seyretmiştik. 

O yıl izine dönerken denk geldi; İstanbul Atatürk Hava Limanına gece indik. İstanbul’un ışıklarını uçaktan seyrettim. Stuttgart kadar güzeldi. Sonra pek çok şehri hem gece hem gündüz uçaktan seyretme imkânı buldum. Ankara, Erzurum, Malatya, Kayseri, Kazan, Bakü, Almatı, Bağdat, Basra vb…

Sadece Avrupa Şehirleri değil, bulutsuz gecelerde uçaktan bakılan her şehir güzel görünüyordu. 

İki meslektaşım görev süremiz boyunca Avrupa’da her gördüğüne hayran olarak yaşadı, geriye hayran döndü.

Hiç değilse döndü onlar.

Şimdikiler dönmüyor, dönseler de geri gitmek istiyorlar. Bilmezlikten gelerek soruyorum:

Niye ki…

Ne oldu bize?



Mevlana Celaleddin - Mesnevi-i Manevi (Birinci Defter/Neynâme)

 


1  Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları [nasıl] anlatıyor. 

2 [Diyor ki]: Beni kamışlıktan kestiler keseli, feryadımla erkek kadın ağlayıp inledi. 

3 Özlem derdini anlatabilmem için ayrılıktan dilim dilim olmuş bir yürek isterim. 

4 Kendi aslından uzak kalan herkes, yine kavuşma zamanını arar. 

5 Ben her toplulukta inleyip sızladım; bedbahtlara da eş oldum bahtiyarlara da. 

6 Herkes kendi zannınca yar oldu bana; [lakin hiç kimse] içimdeki sırları aramadı. 

7 Benim sırrım iniltimden uzak değil; ama gözde ve kulakta o ışık yok. 

8 Beden candan, can bedenden gizli değil; ama canı görmeye kimsenin izni yok. 

9 Ateştir bu neyin sesi, yel değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun o. 

10 Aşkın ateşidir neye düşen; aşkın coşkusudur şaraba düşen. 

11 Ney, bir sevgiliden kopup ayrılanın arkadaşıdır; perdeleri, perdelerimizi yırttı bizim. 

12 Ney gibi bir zehri ve panzehri kim gördü? Ney gibi bir soluktaşı, özlem çekeni kim gördü? 

13 Ney kanla dolu bir yoldan söz ediyorr, Mecnun’un aşk hikâyelerini anlatıyor. 

14 Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değil; zaten dilin de kulaktan başka müşterisi yok. 

15 Günler gamımızla akşam oldu, günler yanışlarla yoldaş oldu.

16 Günler geçip gittiyse gitsin, korkumuz yok. [Yeter ki] sen kal ey temizlikte eşi benzeri olmayan! 

17 Balıktan başka herkes suyuna kandı; rızkı olmayanınsa günü uzadı da uzadı. 

18 Pişkinin halinden anlamaz hiçbir ham, öyleyse sözü kısa kesmek gerek vesselâm. 

19 Bağı çöz, hür ol ey oğul! Daha ne kadar gümüş kaydında, altın kaydında olacaksın? 

20 Denizi bir testiye döksen ne kadar alır? Bir günlük nasip ancak. 

21 Açgözlülerin göz testisi dolmadı; sedef kanaat etmedikçe inciyle dolmadı. 

22 Kimin elbisesi bir aşk yüzünden yırtıldıysa, açgözlülükten ve ayıptan tamamen arındı o.

23 Şad ol, a bizim sevdası hoş aşkımız; a bizim bütün hastalıklarımızın tabibi! 

24 A gururumuzun, kibrimizin devası; a Eflatun’umuz, Calinus’umuz bizim. 

25 Toprak beden, aşk sayesinde göklere ağdı; dağ raksa başladı, çevikleşti. 

26 Ey âşık, aşk, Tur’a can kesildi; Tur mest oldu, Musa düşüp bayıldı. 

27 Soluktaşımın dudağına eş olsaydım, ben de ney gibi söylenecekleri söylerdim. 

28 Dildeşinden ayrı düşen kimse, yüzlerce nağmesi de olsa dilsizleşir. 

29 Gül gidip gül bahçesinin zamanı geçti mi, bir daha bülbülden maceralarını işitemezsin.

30 Her şey sevgilidir, âşıksa bir perde; diri olan sevgilidir, âşıksa bir ölü. 

31 Aşka rağbeti olmayan kanatsız bir kuşa benzer, eyvahlar olsun ona! 

32 Önümde ardımda sevgilimin ışığı olmadıkça, önü sonu aklım nasıl alır benim? 

33 Aşk bu sözün dışa vurulmasını ister, ayna gammaz olmaz da ne olur? 

34 Bilir misin aynan neden gammaz değil? Yüzünden pası silinmemiş de ondan...









Nabi - Gazel (Yâre varsın peyk-i nâlem âh ü zârım söylesin)

 


Yâre varsın peyk-i nâlem âh ü zârım söylesin
Âb-ı çeşm-i girye-i bî-ihtiyârım söylesin

Çâk-çâk-i sîne versin mevce-i gamdan haber
Zahm-ı hûn-pâş-ı derûnum inkisârım söylesin

Gonca gülsün gül açılsın cûy feryâd eylesin
Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin

Ârzû-yi vasl ile şeb-zindedâr olduklarım
Girye-i hasretle çeşm-i intizârım söylesin

Bende yok kudret edâya harf-i şevk-ı Nâbiyâ
Hâme-i rengin-sarîr-i bî-karârım söylesin

(Fâ i lâ tün / fâ i lâ tün / fâ i lâ tün / fâ i lün)

Fuzuli - Gazel (Nâlendedir ney kimi âvâze-i aşkım bülend)

 

Nâlendedir ney kimi âvâze-i aşkım bülend
Nâle terkin kılmazam ney tek kesilsem bend bend

1 Temmuz 2024 Pazartesi

Hüseyin Nihal Atsız - Geri Gelen Mektup

 


Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?
Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.

Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse;
Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...

Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!
Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince
Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım;
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.
Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın,
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,
Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;
Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin!

Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,
Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden...
Hasret sana ey yirmi yılın taze baharı,
Vaslınla da dinmez yine bağrımdaki ağrı.
Dinmez! Gönülün, tapmanın, aşkın sesidir bu!
Dinmez! Ebedi özleyişin bestesidir bu!
Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı,
Görmek seni ukbadan eğer mümkün olaydı.

Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,
Tek bendeki volkanları söndürse denizler!
Hala yaşıyor gizlenerek ruhuma 'Kaabil'
İmkanı bulunsaydı bütün ömre mukabil
Sırretmeye elden seni bir perde olurdum.
Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.

Mehtaplı yüzün Tanrı'yı kıskandırıyordur.
En hisli şiirden de örülmez bu güzellik.
Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur;
Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik...



Hüseyin Nihal Atsız - Ağıt

 


Gönlümde yazdığım bu son ağıta Nazire yaparak coşan dalgalar! Hastası olup da geç vakit hekim Arayanlar gibi koşan dalgalar! Sizin de elbette var bir sızınız, Bundan mı geliyor korkunç hızınız? Beni de beraber alır mısınız Kederle kabarıp şişen dalgalar? Sizinle paylaşsak bu korkunç gamı; Bitmiyor bu sonsuz ecel akyamı. Bilmem ki bundan mı titriyor gemi Ey dalgakıranı aşan dalgalar! Hey Atsız! Çöküyor eski bir direk. Baksan da dünyaya titremeyerek Hepimiz beraber haykırsak gerek Ey belâ dehrinde pişen dalgalar!..


Orhan Şaik Gökyay - Beyan-ı Aşk