28 Mayıs 2024 Salı

Dilaver Cebeci - Bozkırda Kalan Sancı

Bozkırda atlılar...


çocuklar birer birer gittiler...
Soylu sevda türküleri dudaklarında,
Saclarında kurt nefesi rüzgârlar,
O çocuklar birer birer gittiler...

Bir tamu karanlığı keleplenirken bozkıra
Kehkeşenlardan yıildız gibi indiler.
Tutuşturdular yeniden küllenmiş ocakları,
Bacalardan duman duman tüttüler...

Bir ögünç hil'ati gibi giydiler güzelliği
Ufuklara oturup dolunayı sevdiler.
Uzun,siyah kirpiklerinde seyyareler yanardı,
Ağ buluttan atlarla ta Sidre'ye yettiler...

Onlar,Oğuz mayası gök ışığın erleri,
Onlar,ülkü çağının bahadır melekleri...
Mor dağların göğsünde kaldı pençe izleri,
Haceru'l esved gözlerini gönlümüze resmettiler...

Eyvah! Biz kaldık esfele safilinde!
Ahsen-i takvim üzre,onlar geçip gittiler...



24 Mayıs 2024 Cuma

Fuzuli - Gazel - 49 (Ey gönül yârı iste candan geç)

 

Ey gönül yârı iste candan geç
Ser-i kûyun gözet cihandan geç
Yâ tama’ kes hayât zevkinden
Yâ leb-i lâ’l-i dil-sitândan geç
Mülk-i tecrîddir ferâgat evi
Terk-i mâl eyle hân-ü mandan geç
Lâ-mekan seyrinin azimetin et
Bu harâb olacak mekandan geç
İ’tibâr etme mülk-i dünyâya
İ’tibâr-i uluvv-i şandan geç
Ehl-i dünyânın olmaz âhireti
Ger bunu ister isen andan geç
Meskenin bezm-gâh-i vahdettir
Ey Fuzûlî bu hâk-dândan geç

Ahmet Cavat - Çırpınırdı Karadeniz

 

Çırpınırdı Qara dəniz

Baxıb Türkün bayrağına!

“Ah!…” deyərdim,heç ölməzdim

Düşə bilsəm ayağına.

Şahin Ceylanlı - Çırpınırdı Karadeniz Şiirinin Yazarı Ahmet Cevat

 

      Ahmet Cevat, 5 Mayıs 1892 tarihinde, Azerbaycan’ın Şemkir İlçesi, Seyfali Köyü’nde doğmuş, 6 yaşına geldiğinde babasını kaybetmiş, annesi ve üvey kardeşleriyle birlikte hayata tutunmaya çalışmıştır. Daha sonraki yıllarda, Gence’de Şah Abbas Mescidi bünyesinde faaliyet gösteren medresede eğitim ve öğretime başlamış ve burada Rusça, Farsça ve Arapça dillerini öğrenmiştir. Tarihe ve özellikle edebiyata büyük ilgi duymuş, edebiyat öğretmeni Abdullah Sur’dan etkilenerek ondan çok şey öğrenmiştir. Şiirlerini genellikle bu medresede yazmış, çeşitli dergi ve gazetelerde şiirleri yayınlanmıştır. Medresedeki eğitimini 1912 yılında tamamlamış ve arkadaşı Abdullah Şaik ile birlikte “ Kafkas Gönüllü Kıtası “ na katılmıştır.

Arif Nihat Asya - FetihMarşı



Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek; Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek; Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek. Yürü , hâlâ ne diye oyunda, oynaştasın? Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın! Sen de geçebilirsin yârdan, anadan, serden, Senin de destanını okuyalım ezberden, Haberin yok gibidir taşıdığın değerden.. Elde sensin, dilde sen, gönüldesin, baştasın, Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın! Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini, Göster kabaran sular nasıl yıkar bendini, Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini.. Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın; Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın! Bu kitaplar Fatih'tir, Selim'dir, Süleyman'dır. Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan'dır. Haydi artık uyuyan destanını uyandır! Bilmem, neden gündelik işlerle telâştasın, Kızım, sen de Fatih'ler doğuracak yaştasın!
Delikanlım, işaret aldığın gün atandan, Yürüyeceksin.. Millet yürüyecek arkandan, Sana selam getirdim Ulubat'lı Hasan'dan.. Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın, Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın! Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin, Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın, Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın! Yürü, hâlâ ne diye kendinle savaştasın? Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!


22 Mayıs 2024 Çarşamba

Mahir Ünlü - Mevlana

 

Yavrusunu koruyor ormanda canavarlar,
İnsan olan insana nasıl olur da kıyar?
En güzel kıvamdadır yaratılışta insan,
En aşağılık iştir Yaratıcıya isyan.
Öfkenin atasıdır, içimizdeki Kabil,
Habil ise mazlumdur, öfkemize mukabil.
Su gibi ol, insana hayat verir akan su
Bir insanın insandan olmamalı korkusu.
Her şey O'nun eseri, tabiatıyla kutlu
Kimse bedbaht olmasın, her insan olsun mutlu.
Seversen insanları asla çekmezsin kaygı,
Sayarsan insanları elbet görürsün saygı.
Balık gibi unutma, deve gibi tutma kin,
Öfkelenme, merhameti emrediyor yüce din.
Alemlere sığmayan Rabbim, gönüllerdedir...
Gönülleri kıranın yeri bilmem nerdedir? ..
Aşıkın gözyaşları olur aşkın gıdası
Belalardan kurtarır bir mazlumun duası.
Başlılar baş eğecek, dizliler diz çökecek,
Kim mazluma ne yapsa kaç mislini çekecek? ..
'Aşk imiş her ne var ise alemde' demişler,
Muhabbetsiz insanı da hayvan bellemişler.
Bütün dünya hayrandır pirimiz Mevlana'ya,
Mevlana'nın inancı sığar zannetme naya.
Şimdi sana muhtacız, şimdi hasretiz sana,
Asırlar ötesinden himmet eyle Mevlana...

Zahirüddin Muhammed Babür - Andicânım Kaldı Meniñ

Pederimni yutib kitgen cerde cânım kaldı menim

Kalbim târın tartıb çirtgen yerde cânım kaldı menim

Kalem birlen şemşîr ötgen yerde cânım kaldı menim

Şebbâblikde şebgîr etgen anda cânım kaldı meniñ

Anda cânım alıb kalğan Andicân'ım kaldı meniñ.

***

Mahir Ünlü - Şiir Nasıl Yazılır?

Şiirin edebiyat dünyası içinde ayrı bir yeri vardır. Şiir, insanoğlunun varlığı ile birlikte var olmuş, varlığını binlerce yıl devam ettirmiştir. İnsanı başka canlılardan ayıran özelliklerin başında söz gelir. Şiirin de özünde söz, sözün özünde de güzellik vardır.

Hacı Bayram Veli

Asıl adı, Numan bin Ahmed, lakabı "Hacı Bayram"dır. 1352 (H. 753) tarihinde Ankara’nın Çubuk Çayı üzerinde Zülfadl (Sol-fasol) köyünde doğdu. Hacı Bayram-ı Veli, 14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da yetişti. Eserlerini diğer Hacı Bektaş-ı Veli yoldaşları gibi Türkçe olarak yazarak Türkçe kulanımını Anadolu'da önemli şekilde etkiledi.

Erkin Vohidov - O'zbegim

 

Tarixingdir ming asrlar
Ichra pinhon, o‘zbegim,
Senga tengdosh Pomiru
Oqsoch Tiyonshon, o‘zbegim.

Orhan Seyfi Şirin - Omuz Omuza


Yolda beyazlar allar Kınalıdır ak eller Hanımlar mendil sallar Beyler omuz omuza.

Burası Anadolu Dağlar omuz omuza Gidenler toprak oldu Sağlar omuz omuza.

Omuz omuza gardaş Omuz omuza yoldaş Bektaşi, zeybek, dadaş Canlar omuz omuza.

Elimle buğday ektim Alın terimi döktüm Dağlarda halay çektim hey Senle omuz omuza.

İşte pembeler allar Açılmış gonca güller Gençlerim halay çeker hey Vermiş omuz omuza...



Kul Himmet - Seyyah Oldum Şu Âlemi Gezerim


Seyyah oldum şu âlemi gezerim
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kendi efkârımca okur yazarım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

İki elim gitmez oldu yüzümden
Ah etikçe yaşlar gelir gözümden
Kusurumu gördüm kendi özümden
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Bozuk şu dünyanın temeli bozuk
Tükendi daneler kalmadı yazık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Kul Himet üstadım ummana dalam
Gidenler gelmedi bir haber alam
Abdal oldum şal giyindim bir zaman
Bir dost bulamadım gün akşam oldu



21 Mayıs 2024 Salı

Yahya Kemal Beyatlı - Endülüste Raks

 


Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı...
Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı...

Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir.
İspanya neş'esiyle bu akşam bu zildedir.

Yelpaze çevrilir gibi birden dönüşleri,
İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri...

Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır;
İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.

Alnında halka halkadır aşüfte kâkülü,
Göğsünde yosma Gırnata'nın en güzel gülü...

Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir
İspanya varlığıyla bu akşam bu güldedir.

Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi;
Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi...

Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli...
Şeytan diyor ki, sarmalı, yüz kerre öpmeli...

Gözler kamaştıran şala, meftun eden güle,
Her kalbi dolduran zile, her sineden: "Ole!"


19 Mayıs 2024 Pazar

Fuzuli - Gazel - 51 (Münhariftir sâkiyâ endûh-i dünyâdan mizâc)

 

Münhariftir sâkiyâ endûh-i dünyâdan mizâc
Bâde tut kim illet-i endûha gaflettir ilâc

Mehmet Emin Yurdakul - Ya Gazi Ol Ya Şehit!

 

Hadi yavrum ben seni bugün için doğurdum
Hamurunu yiğitlik duygusuyla yoğurdum
Türk evladı odur ki yurdu olan toprağı
Ana ırzı bilerek yad ayağı bastırtmaz
Bir yabancı bayrağı ezan sesi duyulan
Hiçbir yere astırtmaz

15 Mayıs 2024 Çarşamba

Fuzuli - Gazel - 11 (Kemâl-i hüsn veriptir şarâb-i nâb sana)

 


Âh eylediğüm serv-i hırâmânun içündür
Kan ağladığum gonce-i handânun içündür
Ser-geşteliğüm kâkül-i müşgînün ucundan
Âşüfteliğüm zülf-i perişânun içündür
Bîmâr tenüm nerkis-i mestün eleminden
Hûnin ciğerüm lâ’l-i dür-efşânun içündür
Yakdum tenümi vasl güni şem’ tek ammâ
Bil kim bu tedârük şeb-i hicrânun içündür
Kurtarmağa yağma-yi gamundan dil ü cânı
Sa’yim nazar-i nerkis-i fettânun içündür
Can ver gönül ol gamzeye kim bunca zamandur
Cân içre seni sakladığum anun içündür
Vâ’iz bize dün dûzahı vasfetdi Fuzûlî
Ol vasf senün külbe-i ahzânun içündür

13 Mayıs 2024 Pazartesi

Oyhan Hasan Bıldırki - Bir Lira İçin (Hikaye)


     Şoför Hasan, kısa boylu, sarı saçlı, çipil gözlü birisiydi. Uzun yıllar İstanbul’da dolmuşçuluk yaptıktan sonra, bir küçük arabaya kavuşarak kasabamıza gelip yerleşmişti.
      Bizim kasaba, bildiğiniz kasabalara pek benzemezdi. Yüksek dağların arasındaki küçücük bir vadiye sıkışıp kalmıştı. Güneyindeki Beşkardeşler, ya da kuzeydeki Hasan Tepesi’ne çıksanız, aşağılarda uzanan Karadeniz’i kucaklayıvereceğinizi sanırsınız. İşte, aşağılarda, o gördüğünüz kıyıda Cide ilçesi vardır.
      Üç beş yıl önce, kasabadan ilçeye gitmek bizim için en büyük dertti. Hayli yazışıp, Ankara’ya gidip gelmelerden sonra, ilçeye giden yolumuz yapıldı. Yol, bizim için, bir büyük kurtuluş demekti. Artık sebepli sebepsiz hastalanan çocuklarımız, hamile kadınlarımız ölmeyecekti. Her şeyi ateş pahasına satın almayacaktık. Soframızda her öğün, kara pancar yemeği olmayacaktı. Malımız, hasadımız para edecekti.
      Yolun açılmasıyla birlikte, kasabaya bir canlılık geldi. Arabalar işlemeye, yolcular ise, diledikleri yere gidip gelmeye başladılar.
      Şoför Hasan, işte bu günlerde geldi kasabaya. Küçük arabasıyla hemen her gün, herkesin derdine koşuyordu. Arabalar, birken ikilendi, üç oldu, dört oldu. İlçede kasaba için bir durak yeri ayarlandı. Fakat o durak yerine iki samut, bizim oranın deyişiyle, iki calay da postu attı. Şöyle böyle sekiz on yaşlarındaydılar. Güçlüğünü bir tarafa bırakırsanız, tatlı bir oyunları vardı. Bu oyunlarını hemen herkese oynamışlardı.
      Günlerden bir gün Şoför Hasan, yolcularını ilçeye indirmiş, diğer şoförlerin bulunduğu topluluğa doğru yönelmişti. İki calay, yoluna çıktı. Bir takım işaretlerle dertlerini anlatmak istedilerse de, bizimki ne dediklerini anlamadı. Yürüdü gitti. Bu sefer iki calay, şoförler topluluğuna yaklaştı. Her şoför, ceplerinden çıkardıkları birer madenî lirayı, calayların biraz irice olanına verdiler. Şoför Hasan, bu kurala uymadı. Vardı, durak başındaki kahveye girip oturdu. Demli bir çay söyledi, yorgunluğunu gidermeyi diledi. 
      Havada bunaltıcı bir sıcak vardı. 
      Dışarısı alev alev yanıyordu.
      Şoför Hasan, garsonun getirip masasına bıraktığı çayı, sanki diğer kahve müşterilerini özendirmek istercesine, gürültülü bir şekilde yudum yudum içmeye başladı. Yorgunluğu dinmedi, bir çay daha söyledi. Bir yandan oldukça kirlenmiş mendiliyle terini kurularken, bir yandan dışarıya bakıyordu. Dışarıda, caddenin tam ortasında, sıcak hava titreşip, oynaşıyor, besbelli bunaltacak adam arıyordu. Sanki caddenin ortasına keyfince yerleşen sıcak hava değil, bir buzlu ya da buğulu bir camdı. İkinci çayını yudumlarken, kendi kendine konuştu:
      - Tuh Allah kahretsin! Nerdeyse bizim öğretmenin siparişlerini unutacaktım. Vay gelecekti başımıza. Yanacaktı, gülüm keten helva.
      Söylenerek kahveden çıktı. Eczanenin yolunu tuttu. Kasabamızın köylüklerinden birisi, arkasından seslendi:
      - Aman ha, Hasan kardaş, gözünün cücüğünü yiyeyim. Bizim iki kişilik yerimizi ayırıver. Kaç gündür otel odalarında yatmaktan, sivrisineklerle boğuşmaktan bıktık, usandık.
      Şoför Hasan;
      - Olur paşam! deyip, yürüdü.
      Eczaneye varıp, siparişlerini bildirdi. Cebinden defterini çıkarıp, filân köyden iki kişi, diye bir işaret koydu. Belli ki, bugün yolcu çok olacaktı. Hani ne derler? Parayı veren düdüğü çalar. İşte o mesel. Kim ki gelir, Şoför Hasan’ı görür, adını yazdırır, işte o, karanlığa kalmaz, Şenpazar’ın yolunu bulur.
      - Çıkmışken, arabaya bir bakmalı, dedi.
      İçinde, yüreğinin tam orta yerinde, çöreklenmiş bir yılan gibi yatan sıkıntıları uyanmaya başladı. Sebepsiz sıkıntılar, gönlünü bulandırmaya başladı. Sağ gözü seğirdi. Şoför Hasan, bu durumu kötüye yordu. Tanıdıklarıyla isteksiz isteksiz selâmlaştı. Hiç böyle olduğu yoktu. Hasta masta mıyım diye düşündü. Elini alnına götürdü. Yok, öyle hasta masta değildi.
      - Tuh, Allah kahretsin! Gördünüz mü başıma geleni? Şapa oturduğumuzun resmidir gayri.
      Arabasının etrafında dört dönüyordu. Bütün lastikler inmişti. Lastiklerin dördünü de tekmeledi.
      - Nafile! Hepsi de patlamış bunların, dedi.
      Yanında ne kriko, ne pompa vardı. Handiyse yolcular gelmeye başlardı şimdi. Dövünmeyi bırakıp, elini çabuk tutmalı, bir pabucu iki ayağa giydirmeye bakmalıydı. Tam durak başındaki kahveye yöneleceği sırada, ilerideki akasya gölgeliğinde oturan calayları gördü. Yanlarına doğru yürüdü. Calaylar, o kendilerine has seslenme ve işaretlerle konuşuyor, gülüşüyorlardı. Birdenbire ciddileştiler. Ayak seslerinin geldiği yöne döndüler. Küçük olanı doğrulup kaçmak istedi. Büyüğü, küçüğünün bu davranışına engel oldu. Onu kolundan çekip, yanı başına oturttu.
      Şoför Hasan;
      - Bir terslik var ya, ya bende, ya bu itlerde, dedi.
      Hınçla, dişlerinin arasından tükürdü. Lastikleri tamir etmek için kullanacağı araçları bulup getirdi. Krikoyu çalıştırdı. İngiliz anahtarıyla sağ ön tekerleğin vidalarını çıkarmaya başladı. Terden bunalıyor, açlık beynine vuruyordu.
      Yolcular, bir iki gelmeye, gidecekleri saati sormaya başlamışlardı. Şoför Hasan, sinirli sinirli söylendi:
      - İşimiz bitince, dedi.
      - Olur mu? dediler yolcular. Daha bizim Şenpazar’dan öte gidecek onca yolumuz var. Desene geceyi evimizden ırakta geçireceğiz.
      - Paşa gönlünüz bilir, dedi Şoför Hasan. Bizim acelemiz olunca, sizin işiniz bitmez. Şimdi ise, görüyorsunuz, benim işim başımdan aşkın. Evet sizi burada bırakamam. Lâkin bu meret, kızak değil ki kayıp gitsin. Yardım edin desem, anlamazsınız. Anlayanınız da mırın kırın eder, burun kıvırır.
      Şoför Hasan bir yandan konuşuyor, bir yandan da üçüncü tekerleği söküyordu. Alnında biriken terleri kuruladı. Bir şey hatırlamış gibiydi. Akasya gölgeliğine baktı. İki calay, hâlâ orada oturuyor, kendisinin bütün hareketlerini gözlüyorlardı. Onların yardımına ihtiyacı vardı. Eliyle gel işareti yaptı. Calayların büyüğü kalkıp geldi. Ne var, ne istiyorsun gibilerden başını salladı. Şoför Hasan, cebinden çıkardığı bir lirayı gösterdi. Lastikleri taşımalarını istedi. Calay, olmaz anlamında direndi. El parmaklarıyla bir iki, bir de yarım işareti verdi.
      Şoför Hasan, anlamamış gibi yaptı. Çipil gözleriyle gülümsedi. Calay, iki buçuk diye diretti. Şoför Hasan çaresiz, kabullendi.
      Bu sırada dördüncü teker de sökülmüş, araba takoz üstünde, askıda kalmıştı. Levye demiri ile iç lastikleri çıkardılar. Sırtlanıp, belediye önündeki havuz başına geldiler. Küçük calay, pompayla lastiklere hava basıyor. Şoför Hasan ise şişirilen lastikleri havuzdaki suya daldırıp kontrol ediyordu. Garip, çok garipti. Lastiklerin hiçbir yerinde delik, ya da patlak matlak yoktu. Şoför Hasan kızdı, köpürdü. Belli ki bir dangalak, kendisine iş edinmiş, lastiklerin havasını boşaltmıştı. Zaten Cide’nin adamı öteden beri böyleydi. Olmayacak işler yapmaktan zevk alır, elin beş koyunuyla, üç keçisini düşünmezdi. Her halde bu yüzden olsa gerek, eskiler ne güzel söylemişler: Cide’nin ötesi deniz, berisi domuz.
      Şoför Hasan, alel acele, karanlığın çökmesinden de duyduğu telâşla, yolcularını yerlerine yerleştirmiş, kontağı açıp, gaza basmaya çalışıyordu. Dikiz aynasından arabanın gerisini gözledi. Calayların yine sinsi sinsi gülümsediklerini görür gibi oldu. Pirelenmişti. Arabayı duraktan çıkardı, inip tekerleklere baktı.
      - Vay anasını, dedi.
      Lastikler yarı yarıya inmişti. Bu durumda yola çıkmasına imkân yoktu. Yolculara durumu nasıl anlatacağını düşünürken, Osman Hoca’nın;
      - Hemşehrim, beni de al! diyen sesini duydu.
      - Bir sen eksiktin. Gel gel… Gel de, curcuna tamamlansın, dedi.
      Osman Hoca, verilen karşılıktan hoşlanmadı.
      - Hangi tavuğuna kış… dedik diyecekti. Diyemedi.
      Akşamın bu saatinde bu calayların, yeğenlerinin işi neydi acaba burada? Vaziyeti anlamakta gecikmedi. Belli ki, Ali ile Veli, bu iki calay çocuk, el ele verip bir dolap çevirmişler, kabak Şoför Hasan’ın başına patlamıştı.
      Osman Hoca öfkeyle calaylara çıkıştı. Bu çıkışmadan korkan calaylar, çareyi kaçmakta buldular. Ayrı ayrı yollardan, ilçeden biraz aralı olan köylerinin yolunu tuttular.
      Hani zaman sonra;
      - Kusura bakma hocam, dedi Şoför Hasan. Başıma gelen, pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Yolcular sabırsız, talih kötü. Baksana, lastikler indi bile. Ne oldu, anlayamadım. Hepsini tek tek kontrol da ettim. Çatlağı patlağı yok. Ama lastikler iniyor işte.
      - Anlamıştım zaten, dedi Osman Hoca. Sen de bizim yeğenlerin oyununa kurban gitmişsin. Hele bir bak bakalım, sibop iğneleri yerinde duruyor mu?
      - Allah kahretsin, dedi Şoför Hasan. Bak bu, hiç de aklıma gelmedi.
      Az sonra, sibop iğneleri bulunmuş, yolcuların gergin sinirleri düzelmiş, keyifleri yerine gelmişti. Osman Hoca uzun uzun calayların bütün şoförlere neler yaptıklarını, aynı numarayı kimlere yutturmadıklarını anlattı. Bu oyundan kurtulmanın tek çaresi, calaylara bir lira vermekten geçiyordu. Vermeyen ne mi olurdu? Sormaya ne hacet? Onu bilen bilir.
      Sözün burasında Şoför Hasan gülümsedi, olanca gücüyle gaza bastı.

Fuzuli - Gazel - 47 (Ey gubâr-i kademin arş-i berin başına tâc)

 

Ey gubâr-i kademin arş-i berin başına tâc
Şeref-i zâtına ednâ-yi merâtib Mi’râc

Ahmet Haşim - Bülbül


Bir gamlı hazânın seherinde
Isrâra ne hâcet yine bülbül?
Bil, kalbimizin bahçelerinde
Cân verdi senin söylediğin gül!

Savrulmada gül şimdi havâda,
Gün doğmada bir başka ziyâda..

Ozan Arif - Turan'a Yolculuk