5 Temmuz 2024 Cuma

Oyhan Hasan Bıldırki - Söylemez Sultan



      Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, memleketin birinde, bir padişahın, bir oğlu varmış. Gününü gün eder, hiçbir iş tutmazmış. Sarayın önünden gelip geçenlerle, körpedir, yaşlıdır demez, önüne gelenlerle alay edermiş. Şehzade olduğu için hiç kimse, ona bir şey diyemezmiş.
      Günlerden bir gün, bu şehzade, pencereden dışarıya bakıyormuş. Bu sırada yaşlıca bir kadın, elinde güğümü, sarayın önündeki çeşmeye, su doldurmak için gelmiş. Musluğa, testisini dayamış. Tam bu sırada, aklı havada, gönlü eğlencede olan Şehzade, attığı taşla, yaşlı kadıncağızın testisini kırmaz mı?
      Yaşlı kadın küplere binmiş. Binmiş ya, öfkesini kusacak birini ararken, bir de bakmış, penceredeki şehzadeyi görmüş. İçini çekmiş, söylemiş;
      - Dilerim Allah'tan, Söylemez Sultan'a aşık olur, derdine yanıp tutuşursun!
      Demiş, demesine ya, durmamış, oradan ayrılıp gitmiş.
      Zaman, su gibi akmış. Günler gelip geçmiş.
      Geçmiş ya?
      Şehzade'nin de içi yanmaya, gönlü tutuşmaya başlamış. Derken de, Söylemez Sultan'a aşık olmuş. Yemeden, içmeden kesilmiş. Bir deri, bir kemik kalmış. Yüreğindeki sırla yanmış, kavrulmuş. Padişah, biricik oğlunun, gözünün bebeğinin gün geçtikçe zayıfladığını görmüş. Sorup soruşturmuş, ne akranlarından, ne yâranlarından, ne de başkalarından bir karşılık alamamış. Baba yüreğidir, taş değil ya, yufka gibi olmuş, dayanamamış. Bir gün, oğlunu karşısına alıp sormuş:
      - Gözümün bebeği, gönlümün umudu, biricik şehzadem! Senin bir derdin var. Bunu, her halinden anlıyorum. Gittikçe etten, kemiğe dönmektesin. Başkalarını bilemem ama, derdinin çaresini, bilirse bir baban bilir. Derdini saklama! Söyle bana!
      Der demez, padişahtan arka bulan Şehzade:
      - Ben, Söylemez Sultan'a aşık oldum, demiş.
      - Söylemez Sultan, kimmiş? Onu nerede gördün?
      - Görmedim. İşittim!
      - Görmeden, insan birine aşık olur mu?
      - Ben oldum, baba! Eğer iznin olursa, bana destur verirsen, onu aramaya çıkacağım.
      - Ya sarayım, tahtım?
      - Taht da, saray da, şayet onu bulamazsam, bana haram olsun!
      - Aşığın gözü kördür, derler. Bilirim. Var, gönlünün umuduna yürü. Dileğinin ilmeğinde örselen. Fakat küçüksün, ufacıksın. Yol bilmez, iz süremezsin. Yanına bir muhafız vereyim. Seni, öyle yolcu edeyim.
      Şehzade, muhafız, kılavuz istememiş. Ertesi gün, yola düzülmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Sel gibi akmış, yel gibi uçmuş. Günün birinde bir köye yolu düşmüş. Köyün girişindeki ulu bir ağacın dibinde oturan, bir ihtiyara rastlamış. Ona selâm vermiş, ondan selâm almış.
      İhtiyar;
      - Nereden geliyor, nereye gidiyorsun oğul? demiş.
      - Kafdağı'nın ötesinden bu yana geliyorum. Dertliyim, baba!
      - Derdini söylemeyen, dermanını bulamaz.
      - Söylemez Sultan'ı arıyorum.
      - Senden önce de onu, dal gibi, fidan gibi çok delikanlılar aradı. Fakat görüşemediler.
      - Siz, bana bir iyilik yapın. Onu biliyor, tanıyorsanız, bana yerini söyleyin.
      - Ne yapacaksın? 
      - Onunla evleneceğim.
      - Başına felâket gelir!
      - Neden?
      - O sultan, hiç konuşmaz. Onu, diğerleri gibi sen de konuşturamazsan, seni öldürürler. Sana da yazık olur. Birçok delikanlılar, onun uğruna yok yere ölüme gittiler.
      - Bir eksik, bir fazla! Bundan ne çıkar? Benim içim yanıyor baba. Bana yol göster. 
      İhtiyar, ayaklanıp, köyün yakınındaki evine götürür Şehzade'yi. Sofra kurulur, yerler içerler.
      Şehzade'yi yolcu eden ihtiyar;
      - Daha üç şehir geçeceksin, dördüncü şehre varınca, parıl parıl yanan, çevresini aydınlatan bir saray göreceksin. O sarayda, aradığını bulacaksın. Bu, felâketin de olur, saadetin de olur. Sana canım ısındı, kanım kaynadı. Seni gözüm tuttu. Al, bu papağanı. Yolda sana yük olmaz. Sıkıştığın zaman sana yardım eder, demiş.
      Gün kaybolur, ay doğar. Günler, günleri kovalarmış.  Derken, Şehzade, dördüncü şehre gelmiş. Varıp padişahın huzuruna çıkmış.
      Padişah;
      - Delikanlı, dileğin nedir? demiş.
      - Kızınızla evlenmek istiyorum.
      - Demek onca yolu, bu uğurda göze aldın?
      - Evet!
      - Baştan söyleyeyim. Daha sonra, bin dereden su getirip yok duymadıydım, yok işitmediydim demeyesin. Benim, bazı şartlarım vardır. Kızım, hiç konuşmaz, gülmez. Onu güldürecek ve de konuşturacaksın. Bunu başardığın gün, dünyalar incisi kızım senindir. Yok, eğer başaramazsan, seni, konusunda ün salmış, nice kelleler kopararak nam almış cellatlarıma teslim eder, işini bitirtirim.
      Şehzade bu ya, ucuz lâfa pabuç mu bırakır?
      Korkusuz;
      - Her şeye razıyım, demiş.
      Yorgundur diye, onca yoldan geldi diye, o gece, muhteşem sarayda ağırlanmış. Ölçüp biçmiş, tartmış. İnce fikre dalmış. Sabahı beklemiş. Derdini, papağana anlatmış.
      Papağan dile gelmiş, söylemiş:
      - Gün ola, harman ola!
      Ertesi gün, papağanı ile birlikte, kızın sarayına varmışlar. Bekletmemişler, onu, hemen sultanın yanına götürmüşler. Sultan, ay parçası, nur pınarı gibi karşısına çıkmış.
      Şehzade, papağanına;
      - Bana bir masal anlat, demiş.
      Papağan dile gelmiş, anlatmış:
      - Bir marangoz, bir kuyumcu, bir terzi ve bir hoca varmış. Vaktin birinde bunlar, beraberce yola çıkmışlar. Gece olunca, nöbetleşe nöbet tutmuşlar. Önce marangoz, nöbet tutma sırasını almış. Vakit geçirmek için, tahtadan bir bebek yapmış. Sonra terzi, nöbeti almış. Tahta bebeğe güzel bir elbise dikmiş. Daha sonra kuyumcu, bu bebeği mücevherle süslemiş. Sıra hocaya gelmiş. Hoca da, Allah'a duâ ederek, bebeğe can istemiş. Allah, hocanın duâsını kabul etmiş. Sabah olmuş, diğerleri de uyanmışlar. Hocanın yanında, dünyalar güzeli bir kız görmüşler. O kız, parlak aydan bile güzelmiş. Marangoz, bu kız benimdir demiş. Terzi, hayır benim demiş. Kuyumcu da durur mu? O da ayak diretmiş, siz kim oluyorsunuz? Bu kız, benimdir demiş.
      Bu noktada papağan, az susmuş, biraz beklemiş. Şehzadeye dönüp sormuş:
      - Bu kız, kimindir?
      Şehzade, atılmış:
      - Marangozundur!
      Papağan üste çıkmış, tekrar demiş:
      - Terzinindir!
      Yok onundur, yok bunundur derken, aralarında kavga başlamış. Gürültüler ayyuka çıkmış. 
      Odaya padişah ve adamları girmiş. Tartışmaya onlar da katılmışlar. Bu kavgadan sıkılan Söylemez Sultan, araya girmek için dile gelmiş, söylemiş;
      - Bu kız, hocanındır! demiş.
      Alkış, tufan! Sarayda sanki yer, yerinden oynamış. Her yana muştucu tellallar çıkarılmış. Düğünümüz var diye.
      Yalanım varsa, kör olayım. Ben de o düğüne çağrılıydım. İşte bakın, heybemde üç elma getirdim. Biri çağrıyı duyana, biri düğüne gidene, biri de bu masalı size anlatana.
      Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

Samih Rifat - Akdeniz Kıyılarında

Akdeniz Marşı 

Söz ve beste: Samih Rifat

Yaslı gittim, şen geldim;
Aç koynunu ben geldim.
Bana bir yudum su ver,
Çok uzak yoldan geldim.

Korkma açıl şen yurdum,
Dağlara ordu kurdum;
Açık denizlerine
Süngümle kilit vurdum.

Rüzgârlardan atım var,
Şimşekten kanadım var;
Göğsümde al yazılı
Gazilik beratım var!

Rüzgâr bana at oldu,
Şimşekler kanat oldu;
Eğilin gökler, dedim,
Bulutlar kat kat oldu.

Irmaklar gibi taştım,
Yalçın, kayalar aştım.
Hak'ka şükürler olsun
Geldim, sana ulaştım.

Varsın yansın ocağım,
Kuruldu al sancağım;
Bayrağımın altında
Ben hür yaşayacağım!

Deniz, deniz, Akdeniz,
Suları berrak deniz!
Karşıda yâr ağlıyor
Gideyim bırak deniz!

Açıldı "Kale" yolu,
Göründü Gelibolu;
Bırak deniz, gideyim,
Orası yasla dolu.

Yürü ey şanlı Gazi!
Kılıcı kanlı Gazi!
Seni Meriç bekliyor
Büyük ünvanlı Gazi!



Fuzuli - Gazel (Ey mezâk-i câna cevrin şehd ü şekker tek lezîz)

 

Ey mezâk-i câna cevrin şehd ü şekker tek lezîz
Dem-be-dem zehr-i gamın kand-i mükerrer tek lezîz

Elif Yavaş - Kahve Saatinde Kitap Okuma Heyecanı


     Kendi ülkeme ve coğrafyama yol alasım geldi. Osmanlı çayı, Türk kahvesi ve Türk lokumu, baklava tatlımız ne kadar ünlü oldu yüzyıllar boyu. Kitap okurken kahve içmeyi sever misiniz? Bembeyaz kitap sayfaları arasında gezinen meneviş gözler okumaktan kıpraşır da muhafazalı kutusundaki o kemik gözlüklerini arar kimi zaman. Oval, elips, dikdörtgen yahut kare kesimli okuma gözlükleri dinlendirici havaya bürür sevgili (oku)runu. Papatya düşlerin gülkurusu sevdaya tutunuşu, odunsu kokulu sayfalarla kucaklaşır ansızın.

     Kimileri kahveyi sade severken kimileri orta şekerli içer. Aslında gençken şekerin tadını keşfetmeli, ayaklar sağlamken dünyayı gezmeli, vakit varken bol bol okumalı, vücuduna yakışırken giyinmeli, sağlıklıyken kıymetini bilmeli, kazancı iyiyken iktisadını iyi bilmeli, zamanı varken her saniyesini mücevher gibi işlemeli insanoğlu. Orta şekerli kahveyi tercih eder çoğu yetişkin, şeker hastalığımız yoksa aslında şekerli hâliyle tam kıvamında içmeli kahveyi. Kumda kahve yahut odun ateşinde kor alevleriyle pişen kahvenin hasbihaline ramak kala sevgi fısıltıları uçurmalıyız dostluk (dem)ine. Keçiboynuzlu, kakuleli, sütlü, naneli, kavunlu, portakallı, çitlembikli, aromalı, damla sakızlı, kakaolu, çikolatalı, sade gazozlu, nohutlu, fındıklı, ballı, lavantalı, karanfilli, gülsuyu yahut zemzem karışımlı ve daha farklı tatlardaki kahvelerin damak zevkini keşfedip yudumladınız mı? Bu saydıklarımın hepsini (aradaki bir iki tane çeşidi hariç) içtim ve okuma saatimin vazgeçilmezi oldu her biri. Fincan takımlarını, porselen demlikleri, eski model çay kaşıklarını, el yapımı çaydanlık altlığı ve el örgüsü çaydanlık örtülerini, billur şekerlikleri, gümüş çay tepsilerini, bakır cezveleri pek severim bu yüzden.

     Hece hece şiir yudumlar hayaller, kelimeler akide şekeri gibi damağımızda tatlanır. Bir kütüphane dolusu kitaba ulaşmanın çocukça sevinci, Mecnun’un Leyla’ya kavuşması gibi heyecan verir kitap kurtlarına. Sevdiğin kişiyle içtiğinde güzeldir kahve, muhabbet kıvamındaysa ballanır hasbihal. Minik bir kahve çekirdeği gibidir insan, cenin iken bebek olur tıpkı kozasından sıyrılan kelebek misali.

     Kahve saatinde kitap okuma heyecanı sarar ruhunuzu. Bal tadındaki satırlar pekmez kıvamına gelircesine okurlarını tatlandırır. Baş tacı eserler birikir kütüphane evimizde, kimi zaman hayallerimizi alıp gitmenin vakti gelir aniden. Ramak kalır okumaya, saniyeler yetişir merak duygularına. Kahvemsi bir kokuya eş olur odunsu dokunuşlu sayfalar, mektup yazmanın keyfi başlar şömine önünde ısınırken. Kahve saatinde kitap okuma heyecanı birikir küt küt atan kalbimizde, “Oku! (İkra)!” ilahî emriyle sarsılır sevgili okuyucu.

      Filmler, şehirler, anılar, kitaplar, hayvanlar, çiçekler, tabiat, çocukluk ve gençlik üzerine edilen sohbetler ne kadar da bereket katar o ortama. Uhrevî, deruni şiirler yudumlar o atmosfer. Masal saatinin ürpertileri birikir avuçlarımızda, efil efil salınan hafif bir okuma ısısı yayılır odaya. Kahve saatinin çakıltaşı çikolata ile buluşması, kitapların okuyuculara kardeş oluşuna kucak açar. Verimli bir okuma saatiniz, başkalarıyla paylaşabileceğiniz kahve kokulu hikâyeleriniz var olsun. Hoşlukla kalın.



12.12.2018 - Çarşamba


Elif Yavaş - Hikaye ve Roman Tadında


     Roman okumayı, kitap sayfaları arasında gezinmeyi sever misiniz? Ölümsüz eserler ve çağa damgasını vuran sanatçılarımız, rumuz ile bir eser yazsalar bile bir şekilde isimleriyle onların eserleri ayakta kalır. Kimi zaman bir romanın ana karakterinin yerine koyarız kendimizi, bazen kitapta geçen şehrin o patika yollarında buluruz ruhumuzu. Saniyeler anıları kovalar ve olayların akışına kapılırız ister istemez. Yaşar Kemal’in İnce Memed romanının ciltleri, yapbozun parçaları gibi gelir bana. Nehir roman tarzında yahut ucunda merak aşılayan kitaplar ruhumuzdaki macera duygusunu kamçılar.

   Bir de hikâyeden romana geçiş gibi yani “uzun hikâye ile roman türü arası” eserler vardır. Türk Edebiyatımızdaki Tanzimat dönemi yazarı Nabizâde Nâzım’ın “Karabibik” eseri “ilk köy romanı” olarak kabulse de incecik bir kitaptan ibaret ve olaylar eserdeki ana kahramanımız olan Karabibik üzerinde şekillenmiş. Edebiyat eleştirmenlerimizin bir kısmı bu kitabı tür bakımından “uzun hikâye” olarak kabul etmiş. Kısa roman mı, uzun hikâye mi? Bu türe “povest” denmiş. Povest; hikâyeden uzun, romandan daha kısa yazılmış bir edebî türdür. Povestlerde duygulu ve melankolik, biraz da marazi konular yer alır. Aşklar, mutluluklar yer alır. Karabibik kitabı melankolik, çok duygusal yahut marazi konular içermediği için povest diyemeyiz. Bazı yazılar da öyledir, özellikle edebiyatımızdaki ‘deneme’ türü çok geniş bir yelpaze açıp zikzak çizdirir. Deneme; içinde şiir, edebî mektup, masalsı mısralar, hikâye-anı tadındaki düzyazı, gezi yazısı ve inceleme yazılarından da kesitler sunabilir yahut bir romanın sanatsal cümlelerini deneme içinde görebilirsiniz zannımca. Nasıl ki kalbimizdeki cümleler duygusal bir dille dizeye çevrildiğinde, edebî bir şiir yazıp hayal üretebilmek yetenek işiyse; deneme de kişinin kendi kendine satırlara süzülüp içindeki ben’iyle yüzleşmesi misali yetenek işidir.

     Yazabilmek için pürdikkat okuyabilmeli. Çok okuyup az yazmamı tavsiye ederdi eğitimci büyüklerim. Sabırla, ilmek ilmek işlenmeli satırlar. ‘Sözlük okuma’ çalışmalarıyla şıklığa bürünmeli her bir hayal. Yazmak, kelimeleri cümlelerle evlendirmek gibidir. Hikâye ve roman tadındadır günlük hayatta yaşadığımız olaylar da. Sıcağı sıcağına kaleme alınmayı ister, yazara özgü cümlelerle demlenmeyi bekler sözcükler. Hikâye ve romanın el ele vermesiyle yüreğimize masal tadında hatıralar ışınlanır. İnsanın düşlerine mıh gibi çakılan mısralar yaramaz bir çocuk misali şiire dönüşmeyi arzular. Alacalı ışığın huzmesine süzülen gözbebeklerimiz okuma sevdasıyla büyülenir günbegün. Hicran rüzgârı sarar kalbi, sevda okları yerleşir hayallere. Bir başkadır roman dünyası, apayrı sayfalara kucak açar hayat hikâyeleri. Hikâye ve roman tadındadır her gün, bakıp da görebilen yüreklerin düşlerine tutunur her şey. Masal tadında kalbiniz, şiir gibi ömrünüz olsun.

 


Tarih: 16 Aralık 2018 Pazar                                      

Saat: 22.00

3 Temmuz 2024 Çarşamba

Ahmet Haşim - O Belde

Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!

Mahir Ünlü - Dünden Bugüne Taşkent

 



Taşkent Özbekistan Cumhuriyetinin başşehri ve Taşkent vilayetinin merkezidir. Orta Asya'nın en büyük şehirlerinden biridir. Şehrin bir merkez ilçesi (Mirza Uluğbek) ve on bir ilçesi vardır.

El yazması kitaplarda nakledilenlere göre Taşkent'in eski adı Çaç imiş. Taşkent'i Araplar işgal ettiğinde Arap alfabesinde “ç” olmadığı için “Şaş” diye söylenmeye başlamış. Birunî’nin, “Hindistan” adlı eserinde belirttiğine göre (Taşkent'in adında geçen) “taş” sözü Türkçedeki taş  sözüdür. Zamanla “şaş” şeklini almıştır. “Taşkent, taşlı köy demektir” diye açıklamaktadır. Ayrıca "taş" sözünün eski Türkçede ve bugünkü Özbek dilinde "dış" manasında kullanıldığını biliyoruz. Türkçedeki taşra, Özbekçedeki taşkarı, taşki sözlerinde bu husus açıkça görülür. Maveraünnehir bölgesinin kuzeye çıkan bir kapısı niteliğinde olan, Buhara veya Semerkant merkezli bir medeniyet için Taşkent'in dışarıda sayılması da muhtemeldir. 

Fuzuli- Gazel (Germdir şâm ü seher mihrinle çerh-i lâciverd)

 

Germdir şâm ü seher mihrinle çerh-i lâciverd
Geh sirişk-i âl eder izhâr geh ruhsâr-i zerd

Nuri Şimşekler - Mesnevi Hikâyeleri Üzerine



“Hikâye değil bunlar kendi hâlimiz”

Doğu edebiyatlarında yazar ve şairlerin eserleri arasında naklettiği -özellikle hayvan-hikâyelerin temelini Beydaba’nın Sanskrit diliyle kaleme aldığı Kelile ve Dimne oluşturur. Binlerce edebi esere kaynaklık eden Kelile ve Dimne, şüphesiz İslami edebiyatla birlikte özellikle Fars ve Türk edebiyatlarındaki eserlerde de önemli bir yer edinmiştir. Bununla birlikte söz konusu eserlerde direk alıntıların yanı sıra Kelile ve Dimne’den esinlenerek yeni hikâyeler de oluşturulmuş, yazar ve şairler insanlara vermek istedikleri mesajları hayvan karakterlerini hikâyelerine malzeme edinerek vermeye çalışmışlardır.

1250’li yıllarda kaleme alınmaya başlanan Mevlâna’nın Mesnevî’si de kendinden önceki yüzlerce eserde olduğu gibi bu üslubu benimsemiş, tavşanı, aslanı, timsahı, tilkiyi, kuzgunu, bülbülü, tavusu, karıncayı… bilinen özellikleriyle insanların hâlini anlatmak için bir sebep kılmıştır.

Mesnevî, çoğunu Kelile ve Dimne’den aldığı hayvan hikâyeleriyle birlikte; Hz. İsa ve çoban, Hz. Musa ve Firavun, Hz. Süleyman ve Belkıs, Gazneli Mahmud ve sâdık hizmetçisi Ayaz, İbrahim b. Edhem ve Ebu’l Hasan-ı Harakani gibi gerçek kişilikleri hikâyelerine malzeme edinir. Ayrıca, Çinli ve Anadolulu ressamlar, sahte şeyhler, bedevi ve karısı; Türk, Rum, Arap, Hind ve Acem ırkları; sağır, kör, güzel, çirkin gibi çeşitli vasıflarıyla farklı karakterleri “Mesnevî filmi”nin içine yerleştirerek okuyucusuna öğüt vermeyi amaçlar.

Mesnevî hikâyelerindeki üslup ve karakterler

Yukarıda da belirtildiği gibi Mesnevî’deki hikâyelerin büyük bir bölümü İslâmî edebiyatlarda da gelenek olduğu üzere Kelile ve Dimne’den alınmadır. Bununla birlikte Şems-i Tebrizi’nin Makâlât’ından, üslup olarak oldukça etkilendiği Fars edebiyatının önemli simalarından Senâ’î ve Attâr’ın mesnevilerinden ve halk arasında anlatılanlardan oluşmaktadır. Mevlâna bu hikâyeleri naklederken ilgili yerlere atıfta bulunur ve “bir de benden dinle de o hikâyeler masal gibi gelmesin sana. Dış yüzünü okudun, iç yüzünü de benden dinle…” diyerek bu hikâyeleri kendi üslubuna göre yansıtır ve hikâye karakterlerindeki iyi-kötü rolleri okuyucusundaki benzer huylara benzetir.

26 bin beyite yakın Mesnevî’nin 36. beyitinde başlar Mevlâna’nın ilk hikâyesi ve devam eder son beyite kadar. Bir hikâye diğerini izler; hatta daha biri bitmeden diğer hikâyenin kahramanları girer başka bir hikâyeyle. Böylece iç içe geçmiş yüzlerce hikâye, yüzlerce kahraman, film karakterleri gibi canların gözü önünde okuyucunun.

Padişah vardır, güzel bir cariye vardır, kuyumcu yakışıklı bir genç vardır; tıp doktoru vardır, ilâhi hekim vardır. Aslında bütün bu kişilikler gerçek değildir. Bir insanın kendi içindeki iyi kötü huylardır. Nefsidir insanın, hep dünyalık mala talip olan. Gönlüdür insanın, nefse karşı aşk kılıcı ile savaşıp kişiyi ondan kurtaran. Bu arada ilahi hekim de vardır bu hikâyede. Gönül sahibi değilse insan ona yardımcı olacak, “kötü adam” nefsin bertaraf edilmesi için ona yol gösterecek. O hekim de “aşk”tır.  

Hileci Yahudi bir vezir vardır. Hıristiyanların arasına girip, kendisini onlardan gösterip, bilinçli olarak onlara yolunu saptıran. Hükümdarı da yardımcı olur onun bu “kutsal hizmet”ine. Ve sonunda bu bozgunculuğu netice verir ve Hıristiyanları düşürür birbirine. Aslında gerçek anlamda ne o vezir vezirdir, ne o hükümdar hükümdar. Bir insanın içine sızıp onu dünya nimetleriyle kandırmaya çalışan “maddiyat avcısı”dır. Bir insanın gönlüne sızıp onu yanlış yönlendiren ve hattâ hiç düşünmezken, o kişiye “liderlik, şeyhlik” mücadelesi başlatıp diğer insanlarla bir kavgaya düşüren “nefis”tir.

Ayı da vardır bu hikâyelerde insanın dost edindiği. Ancak bu “dost” olmadık yerde iyilik yapma yerine dostunun ölümüne sebep olur. Cahil arkadaştır o ayı, gerçek ayı değil.

Tavus da vardır, insanın gösterişe düşkünlüğünü temsil eden; kaz da vardır içimizdeki hırsa dikkat çeken.

Aslan da vardır o hikâyelerde “lider” sıfatıyla âdil olması gerektiği halde adaleti terk eden. Bunun karşısında “eşkıya”yı temsil eden kurt da vardır. Ama bu senaryoda “hile” yapmaya çalışan tilki de vardır ki, onun sonu da adaletsizliği “adalet” olarak gördüğünden dolayı canını kaybetmesidir. Aslan, kurt, tilki; kimdir bunlar? Bir ülkedeki âdil olmayan yöneticilerdir, hep şiddete ve yıkmaya yönelik çalışmalar yapan muhaliflerdir, âdil olmayan yöneticiye “yağdanlık” yapan menfaatçilerdir.

Sadece hayvan hikâyeleri mi vardır Mesnevî’de, tabi ki hayır…

Güzel sesli bir müezzin de vardır bu hikâyelerde. Güzel sesiyle etkilediği Hıristiyan bir kızı İslamiyet’e ısındıran. Ancak, çirkin sesli müezzin de var bu senaryoda. Çirkin sesiyle okuduğu ezan sebebiyle Müslüman olması “an” meselesi olan o kızı bu yoldan alıkoyan. Hikâyedir bunlar, ancak bir sebeptir, bir vesiledir, kendini duyup anlayana. Aslında İslamiyet’i güzel temsil edendir o güzel müezzin, diğeri de Kur’ân-ı Kerim’i ezbere bilse de  “…sevdiriniz nefret ettirmeyiniz” hadis-i şerifinden gâfil olan din adamıdır.

Bitmez Mesnevî hikâyeleri;

Bazen tencereden kaçmak isteyen bir “nohut” misaliyle pişip olgunlaşmak için dertle yanıp kavrulmayı ve sabrı öğütler;

Bazen birbirlerinden ayrılmaları sebebiyle oltaya tutulan balıklar aracılığıyla bize birlik ve beraberliğin önemini hatırlatır;

Bazen namaz için camiye giren, ancak konuşmaları neticesi birbirlerinin namazının bozulmasına sebep olan dört Hintli Müslüman’ın diliyle bizlere başkalarının kusurunu ararken kendimizin de kusur işlediğini hatırlatır;

Bazen başına kocaman bir sarık sararak kendini gerçek şeyh gibi göstermeye çalışan bir fakihin haliyle bize ilmin sarıkta değil, beyinde, gönülde olduğunun mesajını verir;

Bazen hırsından dolayı olayları âşikâr göremeyen bir kadının şehvet peşinde hayatını kaybetmesi örneğiyle bizlere hırs ve şehvetin insanı kör ettiği, nefsinin emrine giren kişinin bir gün gelip helâk olacağı ikazında bulunur;

Bazen de bir farenin deveye kılavuzluğa yeltenmesi sebebiyle yarı yolda nasıl kalakaldığı hikâyesini anlatarak kendimizi ölçüp tartarak boyumuzdan büyük işlere kalkışmamamızı, eğer böyle olursa mutlaka bir gün mahcup olacağımızı hatırlatır.

Hikâye değil bunlar kendi hâlimiz…

Hikâyedir bunlar zâhirde; ama Mevlâna’nın deyimiyle içindeki anlam “kendi hâlimiz”dir, insanoğlunun hâlidir. Terazi kefesi gibidir bu hikâyeler, manası da içindeki dane. Bunları hikâye gibi okuyan ve içindeki gerçek manasını kavrayamayan ise, ancak kefeye bakar içindeki daneden istifade edemez.

Evet; Mesnevî hikâyelerle doludur, ancak Mevlâna’nın da dediği gibi o hikâyede kendini görüp anlayan ve eksiğini gidermeye çalışan kişi de “er kişi”dir. Bunları hikâye gibi okuyan ancak masal dinlemiş olur. İçindeki gerçeğe ulaşıp bu hikâyeleri içselleştirip hayatına uygulayan kişi de manevi gıdaya kavuşmuş olur.

“Mesnevî’deki sözlerden maksadım senin sırrındır; onu şiir halinde söylemekteki muradım senin sesindir.

Mesnevî, masal diyene masaldır; fakat bu kitapta halini gören, bu kitapla kendini anlayan kişi de er kişidir.

Biz neye bu derecede söze daldık? Hikâye söyleyelim derken hikâye olduk gittik!

İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikâye değil. Halimi anlatıyorum ben, Sevgili’nin huzurundayım ben!

(Mesnevî, IV, 758, 32; III, 1147, 1149)

 

Dr. Nuri ŞİMŞEKLER

Selçuk Ün. Mevlâna Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

n.simsekler@selcuk.edu.tr

Kaynak: semazen.net

 



2 Temmuz 2024 Salı

Osman Çeviksoy - Ne Oldu Bize?



Akşamla yatsı arası bir vakitte uçağımız Stuttgart havaalanına inmek üzere alçalınca şehrin ışıklarını gördük. Arkadaşlardan biri “Şu güzelliğe bakın!” dedi. “Böyle bir manzarayı Türkiye de göremeyiz. Avrupa’ya geldiğimiz belli oldu. İyi bakın; kaçırmayın şu güzelliği, ışık cümbüşünü…” 

 Üçümüz de uçağa ilk kez biniyor, karanlıkta bir şehri uçaktan ilk kez görüyorduk. Arkadaşımızın böyle konuşması, diğerinin de onu onaylaması zoruma gitmişti. Uçağın pencerelerine kapanarak ininceye kadar Stuttgart’ın ışıklarını seyretmiştik. 

O yıl izine dönerken denk geldi; İstanbul Atatürk Hava Limanına gece indik. İstanbul’un ışıklarını uçaktan seyrettim. Stuttgart kadar güzeldi. Sonra pek çok şehri hem gece hem gündüz uçaktan seyretme imkânı buldum. Ankara, Erzurum, Malatya, Kayseri, Kazan, Bakü, Almatı, Bağdat, Basra vb…

Sadece Avrupa Şehirleri değil, bulutsuz gecelerde uçaktan bakılan her şehir güzel görünüyordu. 

İki meslektaşım görev süremiz boyunca Avrupa’da her gördüğüne hayran olarak yaşadı, geriye hayran döndü.

Hiç değilse döndü onlar.

Şimdikiler dönmüyor, dönseler de geri gitmek istiyorlar. Bilmezlikten gelerek soruyorum:

Niye ki…

Ne oldu bize?



Ömer Seyfeddin - Teselli