Savaştayım elli yıldır
Ömrüm geçti boşalt, doldur
Anlamadım bu ne haldir
Birgün silah çatamadım
Suları ıslatamadım.
Savaştayım elli yıldır
Ömrüm geçti boşalt, doldur
Anlamadım bu ne haldir
Birgün silah çatamadım
Suları ıslatamadım.
Ben bir Türk'üm; dinim, cinsim uludur;
Sinem, özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evladı evde durmaz giderim.
Kadir Mevlâm budur senden dileğim
Gönül gözü ile görenden eyle
Doğruyu kimseler demiyor artık
Bu yolda kendini yorandan eyle
Ay geçti, yıl döndü unuttu beni
Üstüne adını yazdığım ağaç
Açtın dertlerini kanattın beni
Atında türküler düzdüğüm ağaç
Sendeki yemişler böyle değildi.
"Babayar askerlik dönüşü Rus kadın getirmiş." sözü o daha kapıdan girmeden köye yayılmıştı… Kimi şaşırmış, kimi inanamamıştı. Köyün kadınları Selime hanımefendiye sabır dilerken yaşlı erkekler de Şirmurad Molla'ya acıyarak sakallarını sıvazlıyorlardı.
- “Şükür, seni buldum!” dedi babam.
- “Şükür.”
Baktım, iki gözünde sıralı gözyaşları. Hüzünlendim…
Sarıldık. Babam titriyordu. Hasret denilen şeyin resmini, belki de ilk defa karşımda görüyordum. Babama destek olmasam, düşecek gibiydi. Yorgun oluşuna verdim bunu. Sonra sonra anladım, heyecandanmış.
Tehî görmen siz beni dost yüzin görüp geldüm
Bâkî devrân-rûzigâr dostıla sürüp geldüm
Ne var söylenen dilde varlık Hakk'undur kulda
Varlıgum hep ol ilde ben bunda garîb geldüm
Nemətsə də gözəl şer,
Şair olan qəm də yeyir.
Ömrü keçir bu adətlə,
Uğurlu bir səadətlə.
Görən məni nədir deyir:
Saçlarına düşən bu dən?
Şair, nə tez qocaldın sən!
Her gün evindeki sobasının başını, yahut tatlı bir rehavet ile meşbû olan yatağını terk ederek kahvehanelerin dumanlı havası içinde birkaç saatlik vakit geçirmek isteyen gençler; sabahın sinirlere mahmurluk aşılayan hafif ve serin rizgârlann karıştırdığı, kumral, siyah saçlarını hoş bir itinâ ile tanzim ederek sabah kahvesinin arkadaşlarının evlerinde içmeye giden genç kızlar, Gündüz Nene'nin zifiri karanlıklarında nişan veren kuzgunî siyah çehresini ve bunun etrafındaki beyaz, bir genç kız sinesi kadar beyaz fistanını görürler, tatlı bir ürkeklikle üslûpla konuşurlar, şakalaşırlardı...
Kiçe kelgümdür dibân ol serv-i gülrū kelmedi
Közlerimga kiçe tañ atkunçe uykū kelmedi.
Lahza lahza çıktım ü çekdim yolıda intizâr
Kildi cân ağzımga yu ol şâh-ı bedhū kelmedi.
Ârazıdan aydın irkende ger etti ihtiyât
Rūzgârım dek hem olganda karangū kelmedi.
Ul perîveş hecridin kim yığladım divânevâr
Kimse barmu kim anga körgende külgū kelmedi.
Közleriñdin niçe suv kelgey deb öltürmeñ meni
Kim, bârı kan irdi kilgen bu kiçe sū kelmedi.
Tâlib-i sâdık tapılmes, yoksa kim koydı kadem,
Yolga kim evvel kadem ma'şukı ötrū kelmedi.
Ey Nevâî bâde birle hürrem et könglün üyin
Ne uçun kim bâde kilgen üyge kaygū kelmedi.
Beğlerimiz, elvan gülün üstine
Ağlar gelür şahum Abdal Musa'ya
Urum abdalları postun eğnine
Bağlar gelür şahum Abdal Musa'ya
Karakoç, Karakoç; Koçsun, Karasın! ...
Lakin 'ak'dan, 'Akgünler'den haber ver(!)
Satıp bir 'Yalan'ı, bin bir dolara,
Fakirlikten, fukaradan haber ver(!)
Yakın ve uzak komşularımızla aramız, oldukça serin. Sıkışık bir anımızda, hemen hiçbirini yanımızda göremiyoruz. Aksine, hemen hepsi, karşımızdaki safta yerlerini alıyorlar. Dışişlerimiz, uykuda! Ne zaman, nasıl uyanacağı da belli değil. Ya biz rüyâlara yatıyor, gerçekleri görmüyoruz, ya da karşımızdakilerin başka başka niyetleri var.