İçimde bir sıkıntı. Aklımda türlü düşünceler. Kararsızım. Elimdeki tüfek, öldürmekten başka ne işe yarar? Öldürmek, fakat kimi? Başımızdakilere göre, karşıda yer alan, bize “düşman” olanları, gözümüzü kırpmadan öldürmek gerekiyormuş.
İçimde bir sıkıntı. Aklımda türlü düşünceler. Kararsızım. Elimdeki tüfek, öldürmekten başka ne işe yarar? Öldürmek, fakat kimi? Başımızdakilere göre, karşıda yer alan, bize “düşman” olanları, gözümüzü kırpmadan öldürmek gerekiyormuş.
Benim yârim gelişinden bellidir
Ak elleri deste deste güllüdür
İbrişim kuşaklı ince bellidir
İnce bellerimi sar dedi bana
Akşamdan, şehrin kenar mahallelerindeki bildik bazı kapılar, "Güm, güm!" dövüldü. Adanın bu uç noktasındaki şehirde de, darbeden sonra, bir takım insanlara artık, yer yoktu. Gerçi darbe, henüz hiç kimseye yâr olmadı. Şehirli, birbirine düştü. Herkes, ötekinin arkasına adam koydu. Yaşamanın tadı tuzu kalmadı. İnsanlar tedirgin, mutsuz. Bütün gözler; korkuyla yumuluyor, daha sonra da yeni yeni korkulara açılıyor. Meydan, cadde, sokak ve de bazı evler ıpıssız. Temmuz ortasında, yakıcı, kavurucu sıcakların arasında, ansızın, adadaki iktidar el değiştirdi. Gazetecinin adamları ortalığa döküldü. Güzelim deniz, tadını, neşesini kaybetti. Kıyıda martılar, uçuşmaz oldu. Rüzgâr da, denizin kımıl kımıl dalgalarıyla oynaşmayı bıraktı. Bir sıcak, bir sıcak! Sanki, şehrin hemen her yanı, yanan bir fırın!
mustafa ağbi hacı baba
sen ben
bilirim bir ölüm
suskunluğudur yalnızlığımız
yalnızlığımız beyazıt
çınaraltı biraz
biraz sahaflar çarşısı
bakırcılar çarşısı biraz
Öt, güzel serçe, öt yeşil çalıda,
Sabahın sesini duyayım senden,
Şarkınla beraber gir penceremden,
Oyununu oyna renkli halıda.
Bir uykuyu cânânla beraber uyuyanlar,
Ömrün bütün ikbâlini vuslatta duyanlar,
Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamânı,
Görmezler ufuklarda şafak söktüğü ânı.
Gördükleri rü'yâ, ezeli bahçedir aşka;
Her mevsimi bir yaz ve esen rüzgârı başka,
Bülbülden o eğlencede feryâd işitilmez,
Gül solmayı, mehtâb azalıp bitmeği bilmez;
Gök kubbesi her lahza bütün gözlere mâvi,
Zenginler o cennette fakirlerle müsâvi;
Sevdâları hulyâlı havuzlarda serinler,
Sonsuz gibi bir fıskiye âhengini dinler.
Hani ne derler Han’ım, kara haber sınır tanımaz. Kara haber tez duyulur. Bu defa da öyle oldu. Bütün Bursa çalkalandı. Ak saçlı analar, babalar, bağırlarını, başlarını yoldular. Koşa badem ağızlı, kınalı parmaklı gelinler, kızlar çok ağlayıp, yüzlerini yırtıp dövündüler. Yavru balaban bakışlı oğlancıklar, göğsü güzel balacıklar melül, mahzun bakışıp kaldılar. Hemen herkes bir başka yorumda bulundu. Töreyi bilen ulular ayıttılar:
Bana yirmi yaşımda ateş saçan bir sevdâ,
İlk şi'rime altundan kanad veren o hulyâ
Ak saçlarım altında yine alev saçacak.
(İbrâhim Bey merhum ki tabâbet-i baytariye ulemâsındandır, hâk-i pâk-i Şark’ın yetiştirdiği nevâdir-i irfân ü fazîletin biridir. Merhumu yakından tanıyanlar dört sene evvelki fecîa-i irtihâlinin millet için ne elîm zıyâ’ , hükûmet için ne azîm bir hacâlet olduğunu teslimde tereddüt etmezler. Şark’ın, Garb’ın bedâyi’-i ilm ü fennini toplayıp hâfızasına doldurmuş; mahfûzâtını muhâkemâtıyle , meşhûdâtıyle şâyân-ı hayret bir sûrette tevsî’ etmiş; Şark’ın her tarafını defeât ile dolaşmış; Garb’ın en medenî memâlikini görmüş, gezmiş; elsine-i şarkıyeyi edebiyâtıyle bilir; Fransız, Rus lisanlarını hakkıyle öğrenmiş olan bu büyük adam fıtraten mahviyyete âşık, iştihâra düşman olmasaydı, emînim ki, hükûmet-i sâbıkanın o sâbıkalı ricâli yüzünden gurebâ hastahânelerinde ölen, öyle bir hakîm-i zû-fünûnu tanımak için kâriîn-i kirâm benim gibi bir âcizin delâletine müftekır kalmazdı!)
Dönen muhît-i nigâhımda yâl ü bâlindir,
Bütün hayâlim o fevka’l-hayâl hâlindir.
Zalâm-ı hayrete düşmüş, batar çıkarken ümid,
Önünde rehber olan meş’alem hayâlindir
Semâ-güzîn olarak gittin ey ilâhî nûr,
Peyinde şimdi ufuktan geçen zılâlindir.
Bu kâinât senin hâtıranla hep lebrîz:
Zemin, zaman bana yâd-âver-i cemâlindir.
Bütün cihâtta akseyleyen hemâlindir !
Esîr, sanki bir âyine-i celâlindir!
Nücûm-ı lâmia-zâ bârikât-ı irfânın,
Leyâl, ihâta-i eşyâdaki kemâlindir.
Seher o nâsiyeden bir nişân-ı feyzâ-feyz,
Şafakta dalgalanan renk, reng-i âlindir,
Ulüvv-i kâ’bını tasvîr eder nigâhımda
Semâ, olanca vuzûhiyle bir misâlindir.
Cibâl, heykel-i sâhib-vekâr-ı azmindir,
Suhûr , hıffete düşman olan hısâlindir.
Bulut yemîn-i leâlî-nisâr-ı cûdundur,
Güneş müfekkire-i herdem-iştiâlindir .
Tulu’, levha-i rengîn-i ibtisâmındır ,
Gurûb , safha-i gamkîn-i infiâlindir.
Havada mevcelenir sânihât-ı kudsiyyen,
Riyâh, rûhumu pür-cûş eden mekâlindir.
Çemende cilveler eyler bahâr-ı dîdârın,
Sabâ, nüvîd-i ümîd-âver-i visâlindir .
Şitâ , peyinde hurûşân kıyâmet-i kübrâ,
Rebî’ , hâtıra-i şi’r-i lâ-yezâlindir .
Hülâsa, nazra-i im’ânımın önünde cihan
Senin sahîfe-i zâtın, senin meâlindir.
Saç maşası satan adam, güverte yolcularına ait sancak kıç omuzluğunun alabandasında dinelmiş, bağıra bağıra mallarını övüyordu.Günün son turuncu ışığı sönmek üzereydi.
Tek umurum bu milletin evladı,
İlim benim, irfan benim, giz benim.
Benimle bilinir sırların adı,
Hizmet benim, gayret benim, hız benim.
Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum
Bütün çiçeklerini getirin buraya,
Öğrencilerimi getirin, getirin buraya,
Kaya diplerinde açmış çiğdemlere benzer
Bütün köy çocuklarını getirin buraya,
Son bir ders vereceğim onlara,
Son şarkımı söyleyeceğim,
Getirin, getirin...ve sonra öleceğim.
Bütün karanlığın ulu güneşi
Her gece gönlüme dol öğretmenim
Kim ki çıkmak ister ömür dağına
Ancak senden başlar yol öğretmenim.
Bundan birkaç yıl önce Sovyetskiy Soyuz dergisi benim “O Manas’ın milyonlarca dizesini ezbere biliyor.” adlı bir makalemi yayınlamıştı. Bu makalem büyük Manasçımız Sayakbay Karalayev hakkındaydı. Bugün ise hayat, makalemin başlığını “O Manas’ın milyonlarca dizesini ezbere biliyordu.” şeklinde değiştirdi. Ne yapalım, hayat işte böyle; artık Manasçımızdan geçmiş zaman ile bahsetmek zorundayız.